14 Ocak 2020 Salı

Buzul çağı sonrasındaki dünya (mezolitik ve neolitik)











  • Paleolitik Devir’in sonlarında buzulların erimesiyle iklim koşulları insanların yaşayışına uygun hale gelmeye başlamıştır.
  • İnsanlar geçimlerini avcılık ve toplayıcılık yaparak sürdürmüşlerdir. Ancak beslenme çeşitlenmiş, bitkilerle beslenme yaygınlaşmıştır. Bu gelişmeler tarımsal faaliyetlerin başlamasına uygun bir ortam hazırlamıştır.
  • Mezolitik Dönem’de çakmak taşından yapılmış, (mikrolit) günlük yaşamda kullanılmaya yönelik küçük araç gereçler yapılmıştır.
  • Bu dönemde insanlar ilk defa ölülerini gömmeye başlamışlardır.
  • Arkeolojik kazılarda elde edilen bulgulara göre ilk evcilleştirilen hayvan olma özelliğine sahip köpekler ilk olarak bu çağda evcilleştirilmiş ve insan yaşamına uyum sağlamaya başlamışlardır.
  • Ateş bu dönemde bulunmuştur.






Mezolitik Devir Eski Taş Devri ile Yeni Taş Devri arasında bir geçiş dönemidir.




  • Klan adı verilen kan bağına bağlı ilk insan toplulukları da bu dönemde oluşmuştur.
  • Orta Asya’da Mezolotik Çağ’a ait en eski yerleşim yeri Tacikistan’da Ceyhun Nehri’nin yukarı kısmındaki Kuldara bölgesidir.
  • Orta taş devrine ait kalıntılara baktığımızda; Antalya-Beldibi Mağarası, Göller Yöresi-Bardiz, Samsun-Tekke Köy bu arkeolojik bulgulara örnek olarak gösterilebilir.




Buzul çağı sonrasındaki dünya (mezolitik ve neolitik) 

 
 
 
     Mezolitik  kültür  çağı:  
Oldukça  kısa  süren  bu  kültür  çağı  paleolitik  ve  Neolitik  arasında  bir 
geçiş  evresidir  (Alimen,  1965;  Weiner,  1972;  Jelinek,  1975).  Mezolitik  sözcüğü  teknolojik, 
kronolojik ve sosyoekonomik anlamda algılanmalıdır. Yaklaşık 12.000 yıl öncesinde, buzulların 
erimesi ve giderek kuzeye çekilmesiyle birlikte Avrupa'nın önemli bir bölümünde step ve tundra 
iklimini simgeleyen hayvanlar ya yavaş yavaş kayboldu, ya da buzullarla birlikte kuzeye doğru 
göç  etti  (Kottak,  1997).  Kara  ve  deniz  avcılığıyla  yaşamını  sürdüren,  toplayıcılığa  dayalı  bir 
besin  ekonomisiyle  de  bunu  destekleyen  insan  toplulukları,  buzulların  erimesiyle  boşalan 
topraklara  yayıldılar. Böylece  ilk kez  mezolitik kültür döneminde  Kuzey  Avrupa'da İskandinav 
bölgeleri  insanoğluna  kapılarını  açtı.  Buzul  çağı  sona  ererken  bitki  örtüsü  de  değişti;  step  ve 
tundra  görünümlü  bodur  ağaçlar  kayboldu;  yerlerini  ormanlık  alanlar  aldı.  Yakındoğu'nun  bazı 
bölgelerinde  çevresel  koşullar  o  kadar  zengin  besin  türleri  sundu  ki,  göçer  toplululuklardan 
bazıları bu fırsatı iyi değerlendirdiler; bitki ve hayvan türleri açısından bol çeşit sunan bölgelere 
yerleştiler.  Nitekim,  sabit  köy  yerleşmeleri  işte  bu  ekolojik  koşullarda  kuruldu  ve  gelişti. 
Zamanımızdan  önce  12.000-10.000  arasında  yaşamış  olan  natufiyen  toplumu  bunun  en  güzel 
örneklerinden  biridir.  Natufiyen  insanları  genelde  orta  boylu,  dolikosefal  ve  narin  yapılı  olup 
tipik Akdeniz ırkının temsilcileriydi. Bu yörede üst yontma taş çağında yaşamış olan insanların 
soyundan  gelmişlerdi  (Genet-Varcin, 1979). 
 
    Mezolitik çağda, avlanan hayvan çeşitleriyle birlikte avlanma stratejisi de değişti. Bu da erkek 
ve kadın arasındaki günlük iş bölümünü etkiledi. Avcılık erkeklerin tekelinden çıktı, yerini daha 
eşitlikçi  bir  yapıya  bıraktı.  Küçük  kara  ve  su  hayvanlarının  avlanmasında  mezolitik  çağ 
kadınlarının  erkeklerine  yardımcı  oldukları  söylenebilir.  İçinde  yaşadıkları  topluma  paleolitik 

çağ  kadınlarından  daha fazla katkıda bulundular.

    Mezolitik çağda, sıcak ve yağışlı bir iklim Anadolu ve tüm Ortadoğu'ya yayıldı. Başta arpa ve
buğday  olmak  üzere  birçok  yabanıl  bitki  elverişli  iklim  sayesinde  bu  bölgelerde  bol  miktarda
yetişmeye  başladı. Natuf toplulukları dört mevsim oturdukları köylerin çevresindeki  bu  yabanıl
tahılları en az 6 ay boyunca toplama fırsatı buldular. Zaten bu tahılların toplanması, işlenmesi ya
da  depolanarak  kıtlık  zamanlarında  kullanılmak  üzere  saklanması  ancak  sürekli  yerleşim
politikası  sayesinde  mümkün  olabilirdi.  Evlerin  belirli  köşelerinde  yabanıl  buğday  depolamak
için  açılan  çukurlar  kültür tarihimizin  ilk buğday silolarıdır.

    Mezolitik çağ avcı-toplayıcı köy toplulukları, çevrede yetişen yabanıl tahılları ve bu yerleşim
merkezlerine sıkça uğramaya başlayan bazı yabanıl hayvanları daha yakından tanıma ve izleme
olanağına kavuştular (Reed, 1959). Köylerin çevresinde buğdayın yanı sıra arpa ve diğer tahıllar
da yabani halde yetişiyordu. Yüksek dağlık bölgelerde ya da su kaynaklarına yakın düzlüklerde
köy  kuran  Mezolitik  çağ  toplulukları,  topladıkları  tahılları  taş  dibeklerde  ezerek,  öğütme
taşlarında  öğüterek  yediler;  yaptıkları  basit  fırınlarda  kavurdular.  Natuf  köylerinde,  çapları  3-9
metre  arasında  değişen  evler  yuvarlak  bir  plan  içinde  toprağa  yarı  yarıya  gömülü  olarak  inşa
ediliyordu. Evlerin duvarları iri taşlarla örülüyor, zemin ise yassı taşlarla döşeniyordu. Her evde
mutlaka  bir  köşede  ocak  bulunuyordu.  Bu  köylerden  bazıları  Mezolitik  çağ  sonlarında  terk
edildi. Bir kısmı da giderek tarım köylerine dönüştü. Suriye'de Fırat kıyısında kurulmuş olan Tel
Mureybet  köyü,  Mezolitik  topluluklarının  yaşadığı  bir  başka  köydür.  Yuvarlak  planlı  konutlar
içinde fazla derin olmayan, içinde ısıdan çatlamış çakıl taşları, yanmış kemikler ve kömürleşmiş
ağaç  parçalarının  yer  aldığı  çukurlar  ele  geçti  (Cauvin,  1977).  Bu  çukurlarda  o  yöre  insanları
avladıkları  yabanıl  hayvanların  etlerini pişiriyorlardı. Mezolitik dönem; taş, toprak, kil  ve ağaç
gibi  doğal  malzemelerden  yararlanarak  insanoğlunun  evlerini  kurduğu  bir  dönemdir.  Böylece
konutların tarihini de zamanımızdan 11.000-12.000 yıl öncesine kadar götürebiliriz. Aslında tüm
Mezolitik  insanları  köylerde  yaşamadı;  birçok  mezolitik  topluluğu  yine  mağara  ve  kaya
sığınaklarında oturmaya devam etti. Örneğin Antalya yakınlarında Beldibi ve Belbaşı kültürlerini
yaratan  Mezolitik  insanları  (Bostancı,  1968)  kaya  sığınaklarını  mekân  edinmişlerdi.  Bu  kaya
sığınaklarının  duvarlarına  tıpkı  ataları  gibi  kırmızı  aşı  boyası  ile  hayvan  resimleri  ve  şekiller
çizdiler.  Ama  bunlar  hiçbir  zaman  üst  yontma  taş  çağındaki  kadar  zengin  ve  görkemli  olmadı.
Mezolitik  dönem,  aslında  yaşam  biçiminde  köklü  bir  değişikliğe  yol  açmadı.  İnsanlar  yine
avlanmayı-toplamayı  sürdürdüler.  Ne  gariptir  ki  dünyanın  birçok  yerinde  avcı-toplayıcı  yaşam
biçimi
genelde
Mezolitik
düzeyde
kaldı.

     Mezolitik  çağ,  çakmaktaşı  ya  da  obsidiyenden  (doğal  camdan)  yapılma  üçgen,  trapez,
dikdörtgen,  kare,  eşkenar  dörtgen  şeklindeki  minik  aletlerle  (mikrolit)  bilinir  (Bordes,  1972).
Bunlar  balık  oltasında,  zıpkınlarda,  yabanıl  tahılları  kesmek  için  öngörülen  orak  yapımında
kullanıldı.  Genelde  2,5  cm  den  daha  küçük  olan  ok  uçları,  hayvana  saplandıktan  sonra  onun
gövdesinde  kalarak  taşıdığı  zehiri  hayvanın  vücuduna  yayıyordu.  Mezolitik  çağda  kemik  ve
boynuzdan yapılma aletlere de rastlıyoruz. Deniz, göl ve akarsu kenarlarında yaşayan Mezolitik
toplulukları  yoğun  biçimde  balık  avladılar.  Özellikle  sık  ormanlık  alanlarda  (Orta  Avrupa'da
olduğu gibi) köy yeri açmak amacıyla yoğun biçimde ağaç kesme işinde kullanılan baltalar da bu
dönemde karşımıza çıkar. Bu çağın taş endüstrisi,  yontma taş çağına oranla  yine de  fakir kaldı
(Bostancı,  1968;  Bordes,  1972).

     Mezolitik  çağın  önemli  yenilikleri  arasında  köpeğin  evcilleştirilmesi  gelir.  Diğer  hayvanlar
arasında  henüz  evcilleştirilen  yoktu.  Domuz,  geyik,  koyun,  keçi  ve  iri  baş  hayvanlar  sürekli
yerleşim  merkezlerinin  etrafında  otluyorlardı.  Belki  de  insanla  bu  yabanıl  hayvanlar  arasındaki
ilk  dirsek  teması  bu  çağda  başladı.  Mezolitik  çağda,  11.000  yıl  öncesinden  itibaren  ılıman  ve
yağışlı  iklim  yerini kurak bir iklime bıraktı. Yer yer çöller oluşmaya başladı. Hayvan türleri de
değişen  iklime  ayak  uydurdu.  Suriye,  Irak,  İsrail,  Lübnan  ve  İran'ı  içine  alan  geniş  
coğrafyada farklı hayvanlar Mezolitik çağda yaşıyordu. Ova ve vadilerde gazel ve eşekler, dağlık bölgelerde 
koyun  ve  keçi,  ormanlarda  geyik  ve  geviş  getiren  büyük  baş  hayvanlar  dolaşıyordu.  Bunların
hepsi  de  yabaniydi.

     Mezolitik  çağ  insanları  ölülerini,  oturdukları  evlerinde  belirli  bir  yere  gömüyorlardı.  Aynı
mezar  daha  sonra  ölen  diğer  yakınlar  için  de  kullanılıyordu.  Açılan  çukura  genelde,  çömelmiş
pozisyonda  konulan  ölünün  yanına  bazen  hayvan  kemikleri  bırakılıyordu.  Hayvan  dişleri  veya
deniz  yumuşakçalarının  kavkılarından  yapılan  kolyeler,  bu  dönem  kadınlarının  da  tıpkı  üst
yontma taş çağı ataları gibi süslenmeye özen gösterdiklerine işaret etmektedir (Alimen, 1965).


Uygarlığa giden ilk adımlar


    Tarımın başlaması:

 Mezolitik çağla başlayan köy yaşantısı, Neolitik adını verdiğimiz yeni bir
kültür çağında daha da gelişiyor, karmaşık bir yapı kazanıyor. Genelde yaygın biçimde
kullanılan Neolitik sözcüğü Yeni Taş Çağı anlamına geliyor; ancak Mezolitik çağdan sonra
insanoğlunun başlattığı kültür devrimini tanımlamakta çok yetersiz kalıyor. Neolitikten itibaren
insan, bitki, hayvan ve doğal çevre arasındaki ilişkiler bambaşka bir boyut kazanıyor. Neolitiğe
damgasını vuran üç önemli olay vardır. Bunlar sırasıyla tarım, hayvancılık ve çanak çömlek
yapımıdır. Çiftçi köy topluluklarının oluşum sürecini kapsayan bu yeni kültür evresi
Protoneolitik, çanak çömleksiz (akeramik) ve çanak çömlekli (keramik) Neolitik olarak bilinen
belli başlı üç gruba ayrılır (Deshayes, 1969; Özdoğan ve Özdoğan, 1989; Omay, 1995).

    Tarım, insanoğlunun sabit köyler kurup, toprağa bağlanmasında belirleyici bir unsur değildi;
aksine insan toplulukları tarımdan çok önce yerleşti; köyler kurdu; daha sonra yabanıl tahılların
bilinçli olarak ekimini yapmaya başladı. Kuşkusuz, tarımcı köy topluluklarının ortaya çıkması,
gelişmesi yeni ekonomik ve sosyal-kültürel sistemleri de beraberinde getirdi (Çambel, 1996;
Esin, 1996). Besin üretiminin insanlık tarihinin en önemli kilometre taşı olduğu söylenebilir.
Besinlerini üreten, böylelikle yarattığı artı ürünle geleceğini güvenceye alan tarım topluluklarının
yaşam biçimleri, tarımın ilk kez nerede görüldüğü, nasıl bir seyir izlediği, hangi bitkilerin ilk
önce tarıma alındığı hep merak konusu olmuştur. Tarımın ortaya çıkışı konusunda çok çeşitli
kuramlar ileri sürüldü. Bazı araştırıcılara göre, yerleşik yaşama geçtikten sonra kaydedilen hızlı
nüfus artışı ile geleneksel besin kaynakları arasındaki dengesizlik insanoğlunu yeni besin
arayışlarına yöneltti; bunun neticesinde de bire on verecek yeni bir besin üretimi tarzı, yani tarım
benimsendi. Bir diğer görüşe göre de, holosen'in (Dördüncü Zaman'ın pleistosenden sonraki
ikinci jeolojik dilimi) başlangıcında giderek artan kuraklık insan topluluklarını, hayvanları ve
bazı yabani tahılları belirli su kaynaklarının etrafında buluşturdu. İnsanlar bu yabanıl besin
kaynaklarıyla çok yakın bir ilişkiye girdi; onları daha yakından tanıma fırsatı buldu. Böylelikle,
giderek evcilleştirme süreci başladı. Aslında evcilleştirme tek bir nedene indirgenemiyecek kadar
karmaşık bir süreçtir. Bu yeni ekonomik sistemin gelişmesinde hiç kuşkusuz birden fazla
unsurun payı oldu (Kottak, 1997).

    Günümüzden aşağı yukarı 10.000 yıl önce, dünyanın farklı bölgelerinde besin üretimine dayalı
yeni ekonomik sistemin birbirinden bağımsız olarak geliştiği bugün artık kesinlik kazanmıştır.
Yakındoğu ve Anadolu; Orta ve Güney Amerika; Güneydoğu Asya ve Batı Afrika çeşitli yabanıl
bitkilerin tarıma alındığı farklı bölgelerdir. İnsanın yaratıcı zekâsı, her yerde değişen ekolojik
koşullara bağlı olarak devreye girmiştir. İnsan değiştikçe çevresini de değiştirmeye başlamıştır.
Kültürel bağlamda her yeni gelişme, bir ölçüde doğal çevrede ortaya çıkan olumsuzluklar,
hissedilen sıkıntılar karşısında insanoğlunun gösterdiği tepki biçimidir. İnsan, çevresinden hiçbir
dönemde tümüyle kopmadı, çevresinde olup biten olayları çok iyi gözlemlemesini bildi. Belki
tarihöncesi çağlarda çevresiyle bugünkünden daha içli dışlıydı. Zamanımızdan 10.000 yıl 

öncesinde, Yakındoğu'da, değişen iklime bağlı olarak ortaya çıkan geniş ovalar ve zaman zaman
kendini hissettiren kuraklık, avcı-toplayıcı köy topluluklarından bazılarını yeni ekolojik
koşullara uyum sağlamaya zorlamış olabilir (Kottak, 1997).

    Mezolitik çağda yabanıl buğdayı öğütüp sofrasında kullanan insan, bu yaşam tarzını Neolitik
dönemde de bir süre devam ettirdi. Yakındoğu'da Tel Mureybet (Suriye), Anadolu'da Çayönü ve
Aşıklı, önceleri yoğun biçimde yabanıl tahılların toplandığı ve yendiği köy yerleşmelerinden
birkaçıdır. İnsanlar bu büyük köyleri kurarken henüz tarımla uğraşmıyorlardı (Cauvin, 1977).
Uygun toprak, yeterli su, geleneksel bilgi birikimiyle bütünleşince tarım denilen devrim
gerçekleşti. Buna biz devrim diyoruz; çünkü insan emeğiyle yaratılan ürün, arazi işleme ve a
kavramı ve bilinci, mülkiyet anlayışı, nüfustaki belirgin çoğalma, çeşitli meslek dallarının
belirmesi, köyler arasındaki ticaretin geniş boyutlara ulaşması, sosyal sınıfların ortaya çıkışı ve
daha birçok sosyoekonomik gelişmeler besin üretimiyle birlikte olmuştur. Taylor'a göre besin
üretimi; uygarlığın gelişmesinde kamçılayıcı bir rol oynadı ve dünyanın sayısız yerinde bir seri
kültürel değişmeye ortam hazırladı. Tarım, yeni bir ekonomik sistem olarak insanoğlunu
öylesine sardı ki, bu yeniliği ancak sanayi devrimi gölgede bırakacaktı. Tarımın başlaması
insanoğlunun varoluş mücadelesine yeni boyutlar kazandırdı. Birçok yabanıl tahılın bilinçli
olarak ekilip biçilmesine bağlı olarak, beslenme alışkanlığı da değişti; insanoğlu ilk kez
ekmeğini yapmaya başladı. Ne var ki ekmeğin yapımı, evcil buğdayın mayalanabilecek kıvamda
ve dayanıklılıkta hamur verecek kadar glüten içermeye başladığı zaman oldu. Arkeolojik
kazılardan elde edilen bilgiler, dünyada en eski ekmeğin Anadolu'da ve Yakındoğu'da yapıldığını
göstermektedir. Jarmo (Irak) Neolitik köyünde evlerde, tabanı düz ve perdahlanmış fırınlara
rastlandı. Öte yandan, Tel Mureybet (Suriye) ve Cafer Höyük (Anadolu) köy yerleşmelerinde
çanak çömlek öncesi dönemde ekmeğin pişirildiği fırınlar bulundu. Çapları 30-60 cm arasında
değişen ocak-çukurlarda ise Neolitik çağ insanları etlerini pişiriyor, buğdaylarını kavuruyorlardı
(Mollist, 1986).

    Başlangıçta yabanıl tahılların kültürü, kim bilir, belki de tümüyle tesadüfi olmuştur. Topladığı
arpayı, buğdayı oturduğu köye taşırken yere düşen tanelerin bir süre sonra yeniden çıktığını
gözlemleyen insan, tesadüfen başlayan bu süreci bilinçli tarıma dönüştürmüş olabilir. Tarıma
geçişle bağlantılı biçimde köyler daha da büyüdü. Hasat zamanında nüfus daha da arttı. Örneğin
Jericho (İsrail), aşağı yukarı 3000 kişiyi barındıran büyük bir köydü. Konya'nın
güneydoğusunda, Çumra sınırları ferisinde yer alan ve 13.5 hektarlık geniş bir alana yayılan
Çatalhöyük tarımcı köy toplumunun ise yaklaşık 10 bin kişilik bir nüfusu barındırdığı ileri
sürülmektedir (Mellaart, 1971). Uzmanların değerlendirmesine göre, tarıma alınan herhangi bir
arazi, uygun iklim koşulları altında ve iyi bir sulama sayesinde hayvansal besin kaynağından 10
kat fazla bitkisel besin kaynağı sağlayabilir. Etkinliği giderek artan, modern teknolojinin devreye
girmesiyle güçlenen tarım acaba bugün başdöndürücü bir hızla artan dünya nüfusunun yükünü
kaldırabilir mi? Yapılan tahminlere bakılırsa, her yörenin ekilip biçilmesi, modern tarım
yapılması, iyi bir stoklama ve dağıtım politikası sayesinde dünyamız 50 milyar insanı
besleyebilecek kapasitededir (Mc Elroy ve Svvanson, 1973). Tabii bu çoğalan milyarlarla
beraber ne tür sorunların ortaya çıkacağı ise ayrı bir konudur. Toprağın işlenmesi, yüksek verim
alınması ile birlikte özel mülkiyet kavramı anlam kazandı; toprak değerlendi. Komşu köyler
arasında arazi kavgaları başladı, bu da giderek büyük çaplı savaşlara dönüştü. Tarım öncesi
Neolitik evrenin sonuna doğru, bölgelerarası ticaret çok canlandı; örneğin birçok araç ve gerecin
yapımında kullanılan obsidiyen Anadolu'dan sağlanırken, Yakındoğu ülkelerinden Anadolu'ya
da karasakız getiriliyordu. Obsidiyen, o çağlarda, alet üretmek için en sık kullanılan hammadde
idi. Bu değerli volkanik maddenin ticareti örneğin Çatalhöyük tarımcı köy topluluğunun önemli
bir gelir kaynağı oldu. Obsidiyenden Çatalhöyük insanı ayna bile yaptı (Mellaart, 1971).

    Kimi avcı-toplayıcılar da tarımı pek benimseyemedi; zira tarım, her iklim ve coğrafyada ideal
ve kaliteli bir yaşam tarzı anlamına gelmez. Yakındoğu'da zamanımızdan aşağı yukarı 10.000 yıl 

önce besin üretimine geçildiğinde Avrupa henüz avcı-toplayıcı yaşam biçimini sürdürüyor, insan
topluluklarının bir kısmı hala mağaralarda yaşıyordu. Orta ve Güney Amerika'da, insanlar aşağı
yukarı 6000 yıl önce tarıma başladılar. Mısır başta olmak üzere kabak, fasulye ve diğer bazı
bitkileri evcilleştirdiler. 8000 yıl önce Güneydoğu Asya'da, 5000 yıl önce de Doğu Afrika'da
tarım başladı. Japonya ve Kore'de pirinç ağırlıklı tarım, günümüzden 3000 yıl önce görüldü.
Tarımın bilinen en eski izlerine rastlanan Yakındoğu, farklı coğrafi görünümler altında karşımıza
çıkar (Braidvvood ve Reed, 1957). Bir yanda yüksek platolar ve dağlık bölgeler, diğer yanda
ağaçsız step alanlar ya da Fırat ve Dicle'nin çevrelediği alüvyonlu bereketli ovalar. Bu geniş
coğrafya üzerinde dikkatler ister istemez bereketli hilal olarak tarih kitaplarına geçmiş olan
kesime yönelmektedir. Tarımsal faaliyetler Yakındoğu'da çok geniş bir ekolojik yelpaze içinde
gelişti. İnsanoğlu bu farklı coğrafi bölgelerde yabanıl tahılı kendi istek ve gereksinmeleri
doğrultusunda seleksiyona tabi tuttu. Buğday ve arpa tarıma ilk alınan iki yararlı tahıldı. Bunları
mercimek, nohut, bakla ve diğerleri izledi. Herhangi bir tahılı evcilleştirmek; o bitkiyi seçmek,
korumak ve uygun ekolojik koşullarda kültürünü yapmak demektir. Çatalhöyük tarımcı köy
toplumu buğday, arpa ve mercimeği evcilleştirmişti; ama diğer tahılları da yabani olarak
kullanmaya devam ediyordu. Bunları birbirine karıştırmıyor; evin ayrı kısımlarında depo-
luyordu. Çatalhöyük insanı tarımı bilse de, sofrasında tahıl ağırlıklı besinler pek de öyle fazla yer
tutmuyordu; nitekim insan kemiklerinin analizinden çıkan sonuca bakılırsa, daha çok et ve
baklagillerle beslendikleri anlaşılmaktadır.

    Evcilleştirilmiş tahılın (örneğin buğdayın) ne gibi avantajları olabilirdi? Her şeyden önce evcil
tahılın taneleri iridir; sapları uzundur. Başakları daha çok ürün verir. Böylece evcil buğdaydan
daha çok randıman alınır. İnsanoğlu, tarımını yaptığı tahıllarda her defasında yeni yeni
meziyetler keşfetmiş, seleksiyonu da bu doğrultuda devam ettirmiştir. 10.000 yıl önce yetişen
yabanıl buğday çok farklıydı; einkorn ve emmer adı verilen buğday türlerinin yabanıl çeşitleri
Neolitik yerleşmelerin çevresinde bol miktarda yetişiyordu. Bunların bilinçli olarak tarımı
yapılırken doğal olarak verim ve dayanıklılık göz önünde bulunduruldu. Bugün ekmeğimiz tabii
seleksiyonla randımanı artırılmış buğday türlerinden yapılmaktadır. İnsan ve buğdayın binlerce
yıl sürecek dostluğu artık başlamıştı. Evcil buğdayın varlığını sürdürebilmesi insanla
mümkündür. Evcil buğdayın taneleri rüzgârla uçup dağılmaz; başak kolayca açılmayacak kadar
sıkı bir kılıf içindedir. Yabanıl buğday ve arpanın başak ve gövdeleri dayanıksızdır; rüzgârın
etkisiyle kolayca kırılır ve taneler toprağa yayılır. Tohumların kapçık ve kavuzları serttir (Omay,
1995; Kottak, 1997).

    Tarım döneminde araç gereçler daha da çeşitlendi. Besin üretiminin gereği olarak yeni aletler
geliştirildi. Boynuz ya da kemikten hazırlanan aletler üzerine keskin kenarlı çakmaktaşı ya da
obsidiyen parçaları çakıldı; sonra bunlar katranla sabitleştirilerek orak yapıldı, yetişen tahılları
biçmek için kullanıldı. Çapa ve saban gibi aletler bu dönemde karşımıza çıkar. Ayrıca havanlar,
bazalttan öğütme taşları, ok uçları, kenarları sarp düzeltili dilgiler, yongalanmış taç kursları
Neolitik çağın araç ve gereçleri arasında sayılabilir. Örneğin Aşıklı akeramik çağ Neolitik köy
yerleşmesinde obsidiyenden yapılma on binlerce çeşitli alet ele geçti. İlk tarımcı köy toplulukları
ağaçtan da birçok alet yapmış olmalıydılar. Ancak bunlar zaman içinde çürüyüp yok oldular.
İnsanoğlu Neolitik çağda madeni de keşfetti. Nitekim Aşıklı, Çayönü ve Nevali Çori Neolitik
insanları zamanımızdan 9000 yıl önce bakırı tavlayarak işliyor ve bundan süs eşyaları yapıyordu
(Esin, 1984). Tarım, günlük yaşamda kadın-erkek iş bölümüne de yansıdı; tahıl öğütme, toplama,
yün eğirip ip yapma, evcil hayvanların sütünü sağma, giysiler hazırlama, sepet örme,
dokumacılık vb kadınların üstlendiği ek yüklerdi.

    Yabanıl tahılları evcilleştiren, bunların bilinçli tarımını yapan insan, başlangıçta çanak çömlek
yapmayı bilmiyordu. Bu döneme akeramik Neolitik çağ denir. Aşağı yukarı 7000 yıl öncesinden
itibaren birçok tarımcı köy yerleşmelerinde çanak çömlekli döneme geçilmiştir. Çatalhöyük
bunun en güzel örneğini teşkil eder (Mellaart, 1971). Toplumsal yapı, bu kültürel yenilikten de 

etkilendi. İnsanoğlu artık besinlerini saklayacağı, kolayca taşıyabileceği ve de pişirebileceği
kaplara kavuşmuştu.


    Hayvanların evcilleştirilmesi: 

Tarımın arkasından, Neolitik kültür devri içinde insanoğlunun
gerçekleştirdiği ikinci büyük devrim hayvanın evcilleştirilmesi oldu (Reed, 1980).
Evcilleştirmenin öyle birden olmadığı kabul edilmektedir. İlk evcilleştirme tam olarak ne zaman
gerçekleşti, bunun tarihini belirlemek son derece güçtür. Arkeolojik kazılardan elde edilen
bilgilere bakılırsa, zamanımızdan aşağı yukarı 9000 yıl öncesinde insanoğlu sütü, eti ve
postundan her an kolayca yararlanabileceği hayvanları yavaş yavaş kendine alıştırıyordu. At ve
eşek türü hayvanların da daha ziyade taşımacılıkta kullanıldığı görülür. Tarımda olduğu gibi
hayvan evcilleştirmesinde de, yıl boyu yaşanılan sürekli köylerin kurulması gerekiyordu. Bu
sayede köy çevresinde dolaşan yabanıl hayvanlar devamlı gözlenebiliyor, bunların beslenme
alışkanlıkları, diğer davranış örüntüleri ve üreme döngüleri daha yakından izleniyordu. Ayrıca
hırçın ve uysal olmayan döller kesilip yenirken, insana daha çok ısınan, uysal olan ırklar
damızlık amacıyla saklanıyordu. Hiç şüphe yoktur ki, bazı hayvanlar insana sosyal ve psikolojik
yönden daha yakındır. Yabanıl hayvanlar, evcil hemcinslerinin sahip olduğu bazı meziyetlerden
yoksundurlar. Örneğin yabani koyunun yünü pek işe yaramaz; oysa evcil koyunun yünü iplik
yapmaya çok elverişlidir. Yabanıl sığır ve keçi yavrularını emzirmeye yetecek kadar süt verir.
Dolayısıyla, insan bu hayvanların sütünden yararlanamıyordu (Greenfield, 1988). Evcilleştirme
sürecinde giderek daha çok süt, daha kaliteli yün ve daha fazla et veren, dayanıklı ırklar
seleksiyon yoluyla elde edildi. Zamanımızdan aşağı yukarı 7000 yıl öncesinden itibaren insan
yavrusu, anne sütünden ayrı ilk kez bir hayvanın sütüyle tanışıyordu. Dengeli ve kaliteli
beslenmede gerekli sayılan tereyağı, yoğurt ve peynir gibi sütten elde edilen yan ürünler
insanoğlunun sofrasında artık yerini yavaş yavaş almıştı. Neolitik çağdaki atalarımız birincil
ürün olarak evcil hayvanın etinden yoğun biçimde yararlanırken, bu arada yabani hayvanları da
avlamaya devam etti. Ancak, zamanla insanın sofrasında evcil hayvan eti ağırlıklı olarak
tüketilirken, yabani hayvan eti daha az tüketilir oldu. Günümüzde, zaman zaman çeşitli
hayvanları avlayıp yememiz belki de tarihöncesi atalarımızın bazı alışkanlıklarını hâlâ devam
ettirmemizden kaynaklanmaktadır.

    Evcilleştirmek amacıyla seçilen ırklar, her türlü tehlikeye karşı koruma altına alınmış, yiyecek
ve su ihtiyaçları daha özenle karşılanmıştır. Böylece arka arkaya evcilleştirilen hayvanlar insanla
aynı mekânı paylaşmıştır. Tüm bu gösterilen özel ilgi karşılığında insanoğlunun da evcil
hayvanlardan bazı beklentileri vardı. Zaten evcilleştirme, insanla hayvanın ortak çıkarlarının
kesiştiği noktadır. Koyun, keçi, domuz ve sığır Yakındoğu tarımcı köy topluluklarının alternatif
besin kaynaklarıydı. Böylece, insan, gün boyu av peşinde koşmaktan da büyük ölçüde
kurtulmuştu. Neolitik çağın bazı tarımcı köy topluluklarında evcilleştirme süreci her hayvan için
aynı olmadı; örneğin Hallan Çemi'de domuz, koyun ve keçiden daha önce evcilleştirildi
(Rosenberg, 1994).

    Köpek, tarım öncesi köy topluluklarının kendilerine bağladıkları ilk hayvandır (Reed, 1959).
Evcil köpeği Yakındoğu'nun (Jarmo ve Jericho Neolitik yerleşmeleri) yanısıra Kuzeybatı
Avrupa'da ve Kuzey Amerika'da (Idaho) da görüyoruz. İnsan sadece sığır, domuz, koyun, köpek
ve keçi gibi hayvanları değil aynı zamanda tavuk, ördek, kaz gibi kümes hayvanlarını da
evcilleştirdi. Çiftçilik ve hayvancılığın arka arkaya gerçekleşmesiyle birlikte Anadolu ve
Yakındoğu'daki Neolitik köy yerleşmeleri daha örgütlenmiş, karmaşık ve zengin büyük yerleşim
merkezleri haline geldi. Orta Anadolu'da yeşeren Çatalhöyük uygarlığı bunun en güzel örneğidir
(Mellaart, 1971). Yine aynı bölgede zamanımızdan aşağı yukarı 9000 yıl önce kurulmuş olan
Aşıklı akeramik Neolitik köy yerleşmesindeyse hayvan kalıntılarının incelenmesi sonucunda
evcilleştirmenin, her ne kadar hayvanın morfolojisine yansımasa da, daha o tarihlerde yavaş
yavaş başlamış olduğu görülmüştür. Evcil hayvanların anatomilerinde hem iskelet, hem de dış 

görünüşte zamanla değişiklikler oldu. Bugün bir evcil hayvanı yabanisinden ayırt etmek çok
kolaydır. Ama başlangıçta bu çok zor, hatta imkânsızdı.


    Konut tipleri:
 Mezolitik çağda başlayan köyleşme süreci Neolitik çağda daha da gelişti (Şekil:
3.17). Tarım öncesi köy yerleşmelerinde 9000-10.000 yıl öncesinde bugünkü mimarları bile
hayrete düşüren yapılaşma örneklerine tanık oluyoruz. Jericho (İsrail) ve Jarmo (Irak) gibi birçok
Neolitik köyün etrafı güvenlik amacıyla surlarla çevriliyordu. Evler, başlangıçta daire planında
toprağa yarı yarıya gömülü olarak inşa edildi. Ancak, insanoğlu köşeler öngörerek oluşturduğu
dikdörtgen planı bulmakta gecikmedi; gerçekten de dikdörtgen plan üzerine kurulan yapılara
çanak çömlek öncesi Neolitik çağdan itibaren rastlıyoruz. Değişik işlevler için öngörülen oda ve
avlu anlayışı daha o zamanlar karşımıza çıkar. Aşıklı'da olduğu gibi (Esin, 1992, 1993), işlev ve
konumları farklı yapılar yeni bir örgütlenmenin de habercisiydi. Aşıklı mimarisinin 2000 yıl
sonraki Çatalhöyük mimarisinin temelini oluşturduğu düşünülmektedir. Odaların zeminleri
bazen yassı taşlarla kaplanıyor, daha sonra kille sıvanıyordu. Duvar ve döşemeleri örten sıva
içerisine saman karıştırılıyordu. Taş temel üzerine kerpiç duvar örülüyor, çatı ise ağaç dalları ve
hayvan postlarıyla kapatılıyordu. Aslında, yapılarda kullanılan malzemeler ve mimari yapı bir
bölgeden diğerine değişiyordu. Gerçekten de, örneğin Çatalhöyük Neolitik köyünde evler
yapılırken taş temel öngörülmemiştir; kerpiç temeller üzerine doğrudan kerpiç duvarlar
çıkılmıştır (Mellaart, 1971). Evler bitişik nizam düzeyindedir. Bu gelişmiş tarımcı köyde, her
evde bir kiler bulunmakta idi. Evlerin damları düz olup, evler arasında sokak öngörülmemiştir.
Ev blokları arasında nadiren göze çarpan avlular ise çöplük olarak kullanılmıştır. Eve güney
duvarına dayanan bir tahta merdivenle damdan girilir, daha sonra da merdiven damda bırakılırdı.
Aşıklı çanak çömleksiz köy yerleşmesinde, tıpkı Çatal Höyük'te olduğu gibi evlere damdan
giriliyordu. Bugün bile aynı yörede bu alışkanlığın devam ettiği görülmektedir. Çatalhöyük'te,
odalarda oturma, uyuma ve çalışma için ayrı divanlar yapılmıştı. Çok sayıda platform, kiler
olarak öngörülen alanlar, araç ve gerecin yapıldığı kısımlar, fırın ve ocağın yer aldığı odalarla
simgelenen büyük evler aslında bugünkü konut anlayışının daha o zamanlar yerleştiğini
göstermektedir. Aradan 9000-10.000 yıl geçmiş olmasına rağmen, dünyanın birçok yöresinde
Neolitik çağdaki temel yapı malzemelerinin hâlâ terk edilmemiş olması, dikkati Çekicidir.

    Yuvarlak planlı evler az sayıda bireyin yaşamasına olanak verirken, dikdörtgen planlı evlerde
kalabalık aileler kalabiliyordu. Dikdörtgen planlı evlerde değişik boyutlarda ve biçimlerde çok
sayıda oda ve bölme öngörülmüştü. Neolitik çağ insanı konutlarında mutfak olarak kullandıkları
özel bir köşeyi de unutmamışlardı. Cafer Höyük (Malatya) Neolitik köyünde iki katlı yapılar
bulundu (Aurenche ve ark., 1985). Üst kata evin dışından bir merdivenle çıkılıyordu. Demek ki
daha tarım öncesi köy yerleşmelerinde bile dubleks anlayışı vardı.

Şekil 3.17 Cafer Höyük Neolitik köyünde yaşam (Malatya) (Aurenche ve ark., 1985)



    Yakındoğu Neolitik yerleşmelerinde, yapılarda söndürülmüş kireç ve alçının duvar ve
döşemelerde sıva olarak kullanılmış olması önemli bir buluştur. Çayönü'nde çanak çömleksiz 

Neolitik evrede yuvarlak planlı, ızgara planlı ya da hücre planlı yapılar belirli bir kronoloji içinde
karşımıza çıkar (Özdoğan ve Özdoğan, 1989). Konut mimarisindeki bu evrim Yakındoğu'nun
birçok Neolitik köy yerleşmelerinde de izlenir. Bugün Atatürk barajının suları altında kalmış
olan Urfa yakınlanndaki Nevali Çori çanak çömleksiz köy yerleşmesindeki ev planları da
Çayönü'ndekini hatırlatır (Çambel, 1996). Çayönü'nden 2000 yıl daha eski olan Hallan Cemi
Neolitik köyünde evler daire planında inşa edilmişti (Rosenberg, 1994). Aşıklı'da yerleşmeler
genelde dairesel ve ışınsal duvar ve duvar aralıkları ile birbirlerinden ayrılan odacıklardan
oluşuyordu (Esin, 1992). Kısacası bu çanak çömlek öncesi Neolitik köyünde belirli bir estetiği
yansıtan mimariye rastlandı. Çayönü'nde halkın yaşadığı mahalle, idari binalar, tapınaklar ayrı
olarak öngörülmüştü. Yerleşim içinde kanalizasyon sistemi, çöp dökülen ayrı mekânlar
bulunuyordu. Neolitik topluluklar daha o çağlarda bile sağlık kurallarına çok dikkat ediyorlardı;
örneğin Aşıklı'da konutlara ait çöpler, mutfak artıkları, yenilen hayvanların kemikleri ya da
çanak çömlek parçaları çöplük olarak öngörülen yere dökülüyordu. Çevreyi kirletip, mikrop
üretmesin diye de yakılıyordu. Kısacası Anadolu'da ve Yakındoğu'nun birçok bölgesinde
zamanımızdan 9000 yıl öncesinde planlı, örgütlü ve sağlıklı yapılaşmanın en güzel örneklerini
görüyoruz.


    Ölü gömme adetleri: 
Neolitik çağda ölü gömme geleneği olanca çeşitliliğiyle gözler önüne
serilir. Ölüler birçok köy yerleşmesinde evlerin tabanları altına çömelmiş konumda, sanki ana
karnındaki fötüsün duruşuna benzer biçimde gömülüyordu. Bu çömelmiş pozisyon yeni bir olay
değildir; zira zamanımızdan aşağı yukarı 33 bin yıl öncesine kadar yaşamış olan neandertal de
ölüsünü aynı şekilde gömüyordu. Mekân içi ölü gömme adeti tüm Neolitik çağ boyunca izlenir.
Neolitik çağdan sonra gelen Kalkolitik çağdan itibaren ölüler için metropol dışında nekropol adı
verilen kent dışı mezarlıklar öngörülmüştür. Bir ya da birden fazla ölünün aynı mezara
konulduğu saptanmıştır. Neolitik çağda birincil gömülerin yanısıra ikincil gömülere de rastlanır.
Bazı araştırıcıların ileri sürdüğüne göre, ikincil gömü durumunda, bazen ölü bir süre ev dışında
çürümeye ve yabanıl hayvanların parçalamasına terkedilir; ardından kemikleri gömülür
(Mellaart, 1971). Köylerde yaşayanlar ölülerle aynı mekanı paylaşıyordu. Evin sahibi, daha önce
taban altında gömülü olan diğer yakınlarının iskeletlerini bir kenara çekip, yeni ölen yakınını
koyuyordu. Böylece evlerin taban altlarında aile mezarlıkları oluşuyordu. Bu tür uygulamalara
Anadolu ve Yakındoğu Neolitik köylerinde sıkça rastlanmıştır. Son yıllarda insan kemiklerinde
gerçekleştirilen DNA analizi sayesinde bu ölülerin akrabalık dereceleri de saptanmaktadır.
Barcelona Üniversitesi biyolojik antropoloji bölümünden A. Perez-Perez tarafından Aşıklı insan
kemiklerinde bu doğrultuda çalışmalar hâlâ sürdürülmektedir. Çatalhöyük'te ölüler evlerde bir
platform altına gömülüyordu. Bu divanların üstünde de insanlar uyuyordu. Neolitik çağda çok
tuhaf gömme adetleri vardı. Örneğin Anadolu'da Köşkhöyük, İsrail'de Beisamoun ve Jericho ile
Suriye'deki Tel Ramad Neolitik köylerinde ölülerin, gömülmeden önce yüzleri ortalama 1 cm
kalınlığında kireç tabakasıyla kaplanıyor, böylece yüzdeki ayrıntılar ceset çürüdükten sonra da
korunmuş oluyordu (Ferembach, 1969).

    Tarım öncesi Neolitik dönemden başlamak üzere yerleşim planı içinde köy halkının inanç
dünyasını yansıtan yapılaşmaya da tanık olmaktayız. Bu bağlamda ibadetlerin yapıldığı, dinsel
törenlerin gerçekleştirildiği farklı mimari özelliklere sahip yapılar öngörüldü. Örneğin
Çatalhöyük'te dokuz yapı katına yayılmış 40 kadar tapınak veya kutsal mekân ortaya
çıkartılmıştır. Bu tapınaklarda küçük heykeller bulundu. Fresk ve kabartmalar tapınakların içini
süslüyordu. Çatalhöyük insanlarının çok sayıda tanrı ya da tanrıçaya sahip olduklarından söz
edilir (Mellaart, 1971). Son kazılar, Çatalhöyük evlerinin hem ritüel amaçlı, hem de günlük
yaşamda kullanılmış olduğunu göstermiştir. Bu iki işlevli evlere Çatalhöyük'ün her tarafında
rastlandı. İbadet mekanı olarak tanımlanan evlerin duvarlarında resimler bulundu. Duvarlarda
başsız insanları betimleyen sembolik resimler; ayrıca, akbabaların saldırısına maruz bırakılan
ölülerin betimlemeleri görülür. Çatalhöyük insanının dini inançlarına ait önemli bir gösterge de 

boğa kafatası kültüdür. Evlerin içlerinde bazen tek bazen de üç ya da dört sıralı boğa kafatası
bulunmuştur.

    Nevalı Çori (Urfa) Neolitik köyünde yaşayan topluluğun da çok görkemli bir tapınağı vardı.
Zemini mozaik kaplama olan yapı içinde çok sayıda kireçtaşından yapılmış insan heykeli
bulundu. Çayönü köy yerleşmesinde bulunan ve kafataslı yapı olarak bilinen anıtsal bina ise
gerek mimarisi, gerekse ilginç ölü gömme adetleriyle Çayönü insanının inanç dünyasına ışık
tutmaktadır (Özbek, 1988, 1989a). Günümüze kadar yerleşim alanının ancak %20'si kazılan bu
köyde ele geçen insan sayısı 600 kadardır. Bu nüfusun %65'i ise kafataslı binada gömülüdür.
Binayı asıl ilginç kılan olay ise, en son kullanım evresinde yer alan üç küçük oda içinde yaklaşık
75 insan kafatasına rastlanmasıdır. Anladığımız kadarıyla, Çayönü halkı bir dönem insan
kafatasına ayrı bir önem veriyordu. Gövdelerinden ayırdığı insan başlarını odalarda özenle
koruyordu. Avlu içinde yer alan yassı bir taş üzerinden alınan örneklerde bol miktarda insan
kanına rastlanmış olması son derece ilginçtir (Loy ve Wood, 1989). İnsanların başları bu taş
üzerinde mi gövdeden ayrılıyordu? Bu gözlemleri bir insan kurban etme geleneği olarak
nitelendirebilir miyiz? Ayrıca yabanıl bazı hayvan türlerine ait kan izlerinin de aynı taş üzerinde
bulunduğu dikkate alınırsa, ister istemez akla şöyle bir soru geliyor: Acaba o çağ insanları zaman
zaman düzenledikleri ayinler sırasında hayvan da mı kurban ediyorlardı? Tabii bunlar hep
varsayımlar olarak kalıyor. Kaldı ki kafataslarında ve korunmuş olan ikinci boyun omurlarında
(eksen) hiçbir kesme izine rastlamadığımızı da burada belirtmek gerekiyor. Çayönü halkının
inanış dünyasına ışık tutacak bir başka araştırma Fransız antropolog Françoise Le Mort (Lyon)
tarafından Hacettepe Üniversitesi antropoloji laboratuvarında yürütülmektedir. Henüz
çalışmaları bitmemiş olsa da, araştırmacı (kişisel görüşme), kafataslı binada bulunan bir erişkinin
kafatasında bilinçli olarak gerçekleştirilen kesme izlerine rastlamıştır. Ölünün kafatasına yönelik
bu müdahalenin temelinde yatan nedeni bilemiyoruz.

    Tarihöncesi atalarımızın yaşadıkları dünya ile ilgili nice sırları kendileriyle beraber yok olup
gitti. İnsan başının gövdeden ayrı olarak özel odalarda saklanması geleneği (bunu bir kafatası
kültü olarak değerlendiriyoruz), Çayönü dışında, Yakındoğu'da Ain Ghazal (Ürdün) ve Jericho
(İsrail) gibi çanak çömleksiz Neolitik köylerinde de görüldü. Bazı Neolitik köylerde herkes aynı
tip mezara gömülmüyordu; örneğin Ganj Dareh'de (İran), kimi mezarlar basit bir toprak çukur
şeklinde, kimisiyse taş duvarlarla özenle örülmüştür. Bu da topluluk içinde bir sınıf farkının
olduğunu çağrıştırmaktadır. Yaşarken belirli imtiyazlara sahip olan insanların öldükten sonra da
ayrıcalıklı bir konumda gömülmeleri düşünülebilir. Anadolu'da bilinen en eski ölü yakma
geleneği Aşıklı'da karşımıza çıkar; evlerin taban altlarında bulunan gömülerin bazılarında (kadın,
erkek ve çocuk ayırt etmeksizin) hafif ya da orta derecede görülen yanma izleri, bu köyde ölen
bazı kişilerin yakılarak gömüldüğünü akla getirmektedir. Bu uygulamanın gerekçesini
bilemiyoruz. Neden sadece bazı ölülerin yakıldığına ise doğrusu geçerli bir yanıt bulmak çok zor
(Özbek, 1995b ve 1998). Aşıklı Neolitik çağ insanları ölülerini aynı zamanda bir hasıra sarıp
öyle gömüyorlardı. 1997 kazı sezonunda gün ışığına çıkarılan orta yaşlarda ölmüş bir erkeğin
(No. 114) ise önce yakıldığı, ardından, vücudu bütünüyle kireçle kaplanarak evin taban altına
gömüldüğü tesbit edildi.

    Ölülerin yanına zaman zaman çeşitli armağanlar konuluyordu. Kadınlar ve kız çocukları,
hayatta iken taşıdıkları kolyeler, küpeler ve bilezikler gibi süs ve ziynet eşyaları çıkarılmadan
gömülüyordu. Mezarlarda iskeletlerle birlikte ele geçen süs eşyaları, o çağlarda süslenmeye ne
kadar önem verildiğinin kanıtlarıdır. Çeşitli renkte kıymetli taşlardan, deniz hayvanlarının
kabuklarından ve bakırdan hazırlanan boncuklar, kemiklerden ve fildişinden yapılan saç iğneleri
birçok mezarda ele geçmiştir.

    Yakındoğu'da ve Anadolu'da birçok yerleşim merkezinde kilden, topraktan yapılmış kadın
heykelcikleri ele geçti. Bunlar Neolitik çağda bereket ve doğurganlığın simgesi tanrıçalardı. 

Çatalhöyük'te bulunan ana tanrıça şişman ve heybetli bir görünüm altında, yanlarında birer
panter başı bulunan görkemli bir tahta oturmuştur. Bacakları arasında da bir bebek başı
durmaktadır. (Mellaart, 1971). Kimi araştırıcılar gerçek anlamda tanrı kavramının besin
üretimine geçiş öncesi Neolitik çağda karşımıza çıktığını belirtir. Bu da en çarpıcı kültürel
mutasyondur. Yeni din anlayışı, bir bakıma toprağın işlenmesi ve besin üretimiyle bağlantılı
olarak gelişti. İnsan, toprağı sadece bir besin kaynağı olarak değil, aynı zamanda tüm yaşamını
yönlendiren gizemli bir güç olarak algılamaya başladı. Neolitik çağ insanının gözünde o, bir
toprak ana olmuştu. İnsan ile toprak arasındaki sevgi bağı çağlar boyu devam etmektedir. Ünlü
halk ozanımız Aşık Veysel'in "Benim Sadık Yarim Kara Topraktır" şiirinde bu duyguyu
aşağıdaki dörtlüğünde ne kadar güzel dile getirdiğini hepimiz biliyoruz:
Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi
Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.


    Tarım devrimiyle başlayan sağlık sorunları:
 İnsanoğlu sürekli köyler kurmakla ve giderek besin üretimine geçişle birlikte, tarihte yeni bir dönemin kapılarını açmıştı; ne var ki her yeniliğin ve gelişmenin de bir bedeli vardı. Hızla büyüyen köy yerleşmeleri, bu yerleşmeler etrafında biriken artıklar, çoğalan nüfus, çevrenin bilinçli olarak değiştirilmesi birçok sağlık sorununu da beraberinde getirdi (Cohen ve Armelagos, 1984). Özellikle ormanlık alanların tarım yapmak amacıyla hızla yok edilmesi, toprağı korumasız bırakmış, bitki örtüsünün sağladığı besleyici ve yararlı maddeler erozyonla toprağın yüzeyinden silinip süpürülmüştür. Yoğun
tarıma geçişle birlikte ekolojik dengeler alt üst olmuştur. Tarıma alınan alanların su
gereksinmesini karşılamak üzere, doğal çevrede yaratılan gölet ve su kanalları bazı hastalık
yapıcı mikroorganizmaları taşıyan çeşitli kemirici ve eklembacaklıların üreme ve çoğalmasına
yol açtı. Örneğin, Afrika'ya tarımın girmesiyle beraber öldürücü sıtma hastalığında artış
gözlendi. Üretimi artırmak için toprağa hayvan dışkısının gübre olarak katılması da enfeksiyonel
hastalıkların hızında artışa neden olmuştur (Weiner, 1972). Artı ürün, kalabalık nüfus ve bunun
yarattığı atıklar büyük yerleşim merkezlerine sürekli fare, kene, pire ve sivrisinek gibi hastalık
taşıyıcı zararlı hayvanları çekti. İnsanla iç içe yaşayan inek, domuz, koyun ve keçi gibi
hayvanların beslenme ve giyinme açısından birçok yararı vardı. Ancak bu içli dışlı olmanın
sonucu brüsellosis ve tüberculosis (verem) gibi birtakım hastalıklar sığırlardan insana geçti.
Hayvandan insana geçen bu tür hastalıklar zoonoz olarak adlandırılır.

    Neolitiğin erken dönemlerinden itibaren insan toplulukları, nişastalı bitkileri aşırı tüketmeye
başladı. Oysa bu tür besinlerin protein, vitamin ve mineral değerleri düşüktür. Böyle dengesiz bir
beslenme ister istemez direnç mekanizmasını da olumsuz yönde etkiledi. Gerçekten de, beslenme
yetersizliğinden kaynaklanan rahatsızlıklar çiftçi topluluklarda daha yaygındır (Özbek, 1996).
Tarım, her ne kadar, daha fazla nüfusu beslemeye olanak sağlıyorsa da, bu yaşam tarzı eğer
hayvansal besinlerle desteklenmemişse, hiç de öyle kaliteli ve dengeli beslenme anlamına
gelmez. Buğday, pirinç ya da mısır gibi tek bir tahıla bağlı kalmak çok dengesiz bir diyettir.
Tarımla gelişen yerleşim alanlarında oluşan yeni ekolojik koşullar, önceden varolan enfeksiyonel
hastalıkların daha da yayılmasına, insan sağlığını giderek tehdit eden boyutlara ulaşmasına ortam
hazırladı. Bazı enfeksiyonel hastalıkların kalıcı olabilmesi için nüfusun belirli bir yoğunluğa
ulaşması gerekir. Öyle hastalıklar vardır ki, insandan insana hızlı geçiş zincirinin kurulması
sayesinde varlıklarını sürdürebilirler. Bu tür enfeksiyonlara akut enfeksiyonlar denir. Kızıl,
çiçek, kızamık, kabakulak, su çiçeği ve kolera bunlar arasında yer alır.

    Görüldüğü gibi tarım, hayvancılık, çanak çömlek gibi kültür tarihimize damgasını vuran
yeniliklerin simgelediği Neolitik çağ, özellikle başlangıç aşamasında, insan sağlığı için hiç de 

öyle olumlu bir tablo çizmiyor. Bunun kanıtlarını özellikle bu çağ köy yerleşmelerinden çıkarılan
iskelet topluluklarında açıkça görüyoruz (Şekil: 3.18). Aşıklı (Aksaray, akeramik Neolitik çağ)
köyünde doğan bebeklerin yarısı 1 yaşına gelmeden ölüyordu (Özbek, 1995b ve 1998)). Örneğin
Çayönü'nde çocukların %75'i, Aşıklı'da ise %84'ü 0-5 yaş arasında çeşitli nedenlerle yaşamını
yitiriyordu (Özbek, 1989a, 1996). Görüldüğü üzere, bebek ölümleri birçok köy yerleşmesinde
son derece yüksekti. Böylesine yüksek bebek ve çocuk ölümleri karşısında topluluğun varlığını
sürdürebilmesi için, doğal olarak, doğurganlığın da yüksek olması beklenir. Olumsuz sağlık
koşulları, yetersiz anne bakımı, sütten kestikten sonra ya da anne sütüne takviye olarak
çoğunlukla sağlıksız koşullarda hazırlanan, dolayısıyla patojen unsurlar içeren ek gıdalar
bebekler arasında yüksek oranda ölüme yol açıyordu. Çocuklar düzeyinde tesbit edilen sağlıksız
tablo, erişkinler açısından da farklı değildi; Neolitik çağda insan ömründe bir uzama görülmez;
örneğin Ganj Dareh'de (İran) ortalama ömür 27, Çayönü'nde 36, Aşıklı ve Çatalhöyük'te ise 32
idi. Tıpkı paleolitik çağlarda olduğu gibi erişkinler genelde 20-30 yaş arasında ölüyordu. 50
yaşın üstündeki insanlar parmakla gösterilecek kadar azdı.




    Neolitik dönemi  medeniyete açılan  bir kapı olarak düşünebiliriz. Neolitik'te tarımla  başlayan
üretim çağı dünyanın muhtelif bölgelerinde zenginlik ve gücün birikimiyle kendini yansıtan bir
dizi değişmelerle karşımıza çıktı. Küçük ve geniş ölçüde otonom olan Neolitik köy yerleşmeleri
köklü  biçimde  yapı  değiştirdi.  Sosyal  ve  politik  sistemler  düşünülemeyecek  boyutlarda
dönüşüme  uğradı.  Toplumların  Neolitik  çağda  sürdürdüğü  yaşam  tarzı  bütünüyle  farklılaştı.
Madenler  çağında  artı  üretim  daha  da  büyüdü;  sosyal  sınıflar  ardı  ardına  doğmaya  başladı;  iş
alanında  uzmanlaşma  baş  gösterdi.  Güçlü  bir  merkezi  otoritenin  yönetimi  sayesinde  görkemli
projeler  hayata  geçirildi.  Yazının  icadıyla  birlikte  günlük  yaşamdaki  tüm  olaylar  kayda
geçirilmeye  başlandı. Başta Mezopotamya  ve Mısır olmak üzere Hindistan, Pakistan, Çin, Orta
Amerika,  Güney  Amerika,  Güney  Avrupa,  Afrika,  Kuzey  Amerika  ve  Güneydoğu  Asya
zamanımızdan  6000  yıl  öncesinden  başlayarak  büyük  uygarlıkların  yeşerdiği  belli  başlı
merkezler oldu. Tüm bu uygarlıkların kökleri hiç kuşku yok ki Neolitik çağda hayat buldu. İşte
bu nedenledir ki Neolitik'i kültür tarihimizin ilk devrimi olarak kabul edebiliriz.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder