15 Ocak 2020 Çarşamba

Mardin Tarihi


Mardin Tarihi ile ilgili görsel sonucu



Mardin Tarihi


Günümüzden Önce 600.000-12.000 yıl önce paleolitik, yani Eski Taş Çağı, insan elinden çıkan ilk ürünler olan taş aletlerin ya¬pıldığı çağdır. Bu taş aletler, en eski teknolojiyi temsil eder. Paleolitik Çağ insanla¬rının teknolojileri, çakmak taşı ve diğer işlenebilir taşlardan, ayrıca hayvan kemik¬leri ve boynuzlardan yapılan aletlerden ibarettir. Bu aletler arasında el baltaları, taş bıçaklar, kazıyıcılar, ok ve mızrak uçları sayılabilir. Paleolitik Çağ’ın sonuna doğru çok daha ince işçilik gösteren ve pek çok farklı iş için üretilmiş aletler gelişmiştir. Ayrıca yine bu son dönemlerde ilk sanat ürünleri ortaya çıkmıştır. İnsanlar mağa¬ra duvarlarına resimler çizmiş, küçük heykelcikler ve takılar yapmışlardır. Paleolitik Çağ insanları, avcılık ve besin toplayıcılığı ile geçinen göçebe topluluk-lardır. Bu topluluklar, sadece geçici konak yerlerinde ikamet etmişlerdir. Bu konak yerleri genellikle doğal olarak korunaklı mağaralar ve kaya altı sığınaklarıdır. Avcı-toplayıcı top¬luluklar besin ihtiyaçlarını avlanarak ve çeşitli bitki, meyve, yemiş ve kökleri top¬layarak karşılarlar. Avcı-toplayıcı geçim biçimi, bir bölgedeki besin kaynakları azaldıktan sonra yeni besin kaynaklarına ulaşabilmek için yer değiştirmeyi zorun¬lu kılar. Böylece avcı-toplayıcılar bir süre sonra başka bir yere göç ederler. Avcı- toplayıcılar, besin kaynaklarından yeterli bir biçimde faydalanabilmek için küçük gruplar halinde yaşarlar. Paleolitik Çağ üç evreye ayrılmaktadır: Alt Paleolitik, Orta Paleolitik ve Üst Paleolitik. Paleolitik Çağ, ilk yerleşimlerin ortaya çıkmaya başladığı Mezolitik veya Epipaleolitik Çağ’ın başlamasıyla sona erer. 

Anadolu, coğrafi konumuyla kıtalar arasında doğal bir köprü oluşturur. Asya’dan Avrupa’ya doğru uzanan bu yarımada boyutlarından beklenmeyecek kadar çok çeşitli iklim bölgelerine sahiptir. Kurak ve yarı kurak düzlüklerden, yayvan ya da iğne yapraklı ormanların olduğu dağlara, alüvyonlu kıyı ovalarından buzullarla kaplı yüksek dağlara kadar çok farklı iklim bölgesi bir aradadır.

Afrika’da evrimini geçiren insan 1-1,5 milyon yıl kadar önce buradan yayılmaya başlar. Bir milyon yıl öncelerinde bu insanın bir yanda Batı Avrupa’ya öte yanda da Çin’in kuzeylerine ve Güneydoğu Asya’ya kadar Eski dünya’nın hemen her yerine ulaştığını biliyoruz.  Anadolu yarımadası, insanın bu yayılımında ve özellikle Avrupa’ya geçişinde bir köprüydü. Bunda Ege adaları’nın ve Marmara Denizi’nin bugünden çok farklı bir yapısı olduğu ve geçişi bugünden çok farklı bir yapısı olduğu ve geçişi bugüne göre daha kolaylaştırdı.
Konumu itibariyle, önemli geçiş ve ticaret yolları üzerinde bulunan Mardin ve çevresindeki yerleşimleri bu dönem yaşam izlerini taşımaktadır. Mardin ve çevresinde yapılan arkeolojik araştırmalar, halk arasında ‘’Hırbe Helale’’ olarak adlandırılan ‘’Kampüs Alanı’’ yerleşkesinde paleolitik döneme ait önemli bir alandır. Bu alanda yoğun biçimde çakmaktaşları, nodüller ve el baltaları ile işlenmeye hazır taş alet örnekleri bulunmaktadır. Bunlardan da anlaşılacağı üzere, Mardin’in en erken dönemlerden itibaren yaşam izlerini taşıdığı görülecektir.

MEZOLiTiK DÖNEM


Mezolitik dönem, Orta Taş Çağı MÖ. 10.000-8.000. Paleolitik ve Neolitik arası bir geçiş dönemidir. Taştan aletler daha çeşitlidir. Köpek ilk evcil hayvan olarak görülür. Gıda birikimine de başlanır. Mağara resimleriyle ilk resim sanatı yaratılmıştır.  Beslenmenin çeşitlendiği, kültür mozaiğinin belirginleştiği, yeni arayışların yaşandığı Mezolitik Çağ, Yakındoğu’da Neolitiğin ilk izlerini içinde barındırır.  Mezolitik Çağ’ı insanların yeni çevre koşullarına önceki dönemden gelen kültür ve teknolojileriyle uyum sağlaması olarak tanımlayabiliriz.

İklimdeki değişiklikler daha önceleri de her buzul dönemin sona erişinde yenilenen değişikliklerdir. Ancak bu kez insanlar önceleri olmadığı kadar biyolojik ve düşünsel yetilerini, kültür ve teknolojilerini geliştirmiş durumdaydılar. Geleneksel teknoloji halen çakmaktaşının yongalanmasıydı. Ancak artık çakmaktaşının ne kadar hassas yongalanırsa yongalansın yeni gereksinimleri karşılayamaz duruma gelmesi, insanları farklı arayışlara yönlendirmiştir. Bir geçiş dönemi olarak düşünmemiz gereken Mezolitik Çağ’da bu soruna bulunan çözüm, çakmak taşlarından mikrolit adını verdiğimiz minik aletleri yaparak bunların yeni işlevleri karşılayacak şekilde tahta, kemik ya da boynuz sağları üzerine yerleştirilmesiyle çözülmesi olmuştur. Mezolitik Çağ’da izlenen önemli bir yenilik beslenmenin çeşitlenmesi olmuştu. Daha önceleri protein ağırlıklı bir beslenme türü hâkimken bu dönemde çeşitli yemiş, bitki ve köklerin beslenme alışkanlığının bir parçası haline geldiğini görmekteyiz . Bu, ilerde Neolitik Çağ’ı hazırlayan önemli etkilerden biriydi.


NEOLİTİK DÖNEM


Yeni Taş Çağ’ı olarak da nitelendirilen, Neolitik dönem M.Ö12.000-6.000 yılları arasındaki bir dönemi kapsamaktadır.  Neolitik Dönem, beslenme, teknoloji ve yaşamı belirleyen öğelerin yeniden biçimlenme sürecini yansıtmaktadır. Sonuçları bakımından devrim niteliğindeki bu değişimin oldukça uzun bir süre içinde gerçekleştiği, yaklaşık MÖ 12000 yılları ile 6000 yılları arasındaki uzun bir döneme yayılmıştır. Bu sürecin başlangıcı son Buzul Çağı’nın yarattığı koşullarım ortadan kalkması, bugünkü iklim kuşaklarının yerleşmesiyle ilişkilidir. Dünyanın her yerinden insanlar, değişen doğal çevre koşullarına, bildikleri teknoloji ve sosyal alışkanlıklarıyla uyum sağlamışlardır. Ancak Yakındoğu’nun belirli bir bölgesinde bu dönüşüm dünyanın diğer yerlerinden farklı olmuş ve daha sonra tüm dünyayı etkileyecek olan yeni yaşam biçimini ortaya çıkarmıştır.6000 yıl gibi oldukça uzun bir zaman dilimini kapsayan bu oluşum sürecini, konunun uzmanları olan arkeologlar Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ farklı kültür basamaklarına ayırarak tanımlamaktadırlar. Ancak ilginç olan bu sürecin ilk aşaması olan Çanak Çömleksiz Neolitik dönemin, sonrakilerden daha görkemli kalıntılara sahip olmasıdır. Bu ilk dönemin görkeminin, anıtsallığının en iyi izlendiği bölge de Güneydoğu Anadolu’dur. 

Mardin İli, Dargeçit İlçesi Ilısu civarında yer alan Boncuklu Tarla yerleşimi Çanak –Çömleksiz B evresine ilişkin sunduğu verilerle bu döneme ışık tutmaktadır.  Yerleşimde en üst tabaka, çanak çömleksiz neolitik B evresine tarihlenmekle birlikte daha alttaki tabakaların çanak çömleksiz neolitik A evresine, hatta epipaleolitik döneme tarihlenebilecek malzemeler içerdiği anlaşılmıştır. Bu nedenle Boncuklu Tarla yerleşimi insanlık tarihinin yerleşik yaşam tarzına geçtiği en erken dönemleri içermesi bakımından, gerek bölge tarihi ve gerekse Bereketli Hilal Bölgesi kültür tarihi bakımından önemli veriler sunmaktadır. Küçük buluntular arasında Çayönü ve Göbekli tepe buluntularının yakın benzerlerinin ele geçtiği yerleşim, en az 5000 yıllık süreci (MÖ. 12000-7000)  yansıtmaktadır.


KALKOLİTİK DÖNEM


Kalkolitik Çağ, aynı zamanda Bakır Çağı olarak da bilinmektedir. Geç Neolitik’ten sonra yaklaşık olarak I.Ö. 5000/4500′lerde başlar ve Tunç Çağı’nın başlaması ile birlikte, I.Ö. 3500′lerde sona erer. Kuzey Mezopotamya’da Halaf, Güney Mezopo¬tamya’da Ubeyd ve Uruk kültürleri Kalkolitik Çağ’da gelişmiştir. Neolitik Çağ’a özgü çiftçiliğe dayalı köy yaşamı, birçok yerde uzun süre devam etse de bazı bölgelerdeki köylerin büyüyüp gelişerek kentlere dönüştükleri görü¬lür. Kalkolitik Çağ’ın en önemli özelliği, bu dönemde köylerin kentlere dönüşme¬si ve tarımcı köy toplumlarından kent devletlerinin doğmasıdır. Bu dönemde böl¬geler arasında sosyo-ekonomik açıdan bir farklılaşma ortaya çıkmıştır. Dünya tari¬hinde ilk kez ekonomik çıkar bölgeleri oluşmuştur. Ekonomik merkez, doğal imkânların zengin olduğu bölgelerden, sulamalı tarım yapma imkânının bulundu¬ğu Dicle ve Fırat arasındaki Mezopotamya bölgesine kaymıştır. Mezopotamya böl¬gesi, daha kuzeydeki Güneydoğu Anadolu bölgesine göre daha kurak ve doğal besin kaynakları sınırlı bir bölgedir. Ekonomisi tahıl tarımına dayalı toplumlarda kuraklık, büyük bir risk anlamına gelmektedir. Bu nedenle kıtlık riski bulunan böl¬gelerde artı ürün üretmek ve bunları depolamak son derece önemlidir. Bu bölge¬lerde artı ürüne sahip olan yerleşimler, avantajlı duruma geçerler ve bu onlara önemli bir güç kazandırır. Kuraklık riskinin az olduğu ve doğal besin kaynakları¬nın bol olduğu bölgelerde ise artı ürün bu kadar büyük bir anlam ifade etmez. Bu yüzden Kalkolitik Çağ’da sosyal ve ekonomik gelişmeler, doğal koşulların insanları zorladığı yerlerde gerçekleşmiştir.

Mardin’in Derik İlçesinde bulunan Kerküşti Höyük’te  yapılan kazılar sonucu kalkolitik döneme tarihlendiği görülmüştür. İpek Yolu olarak bilinen karayolu genişletme çalışmaları sırasında tespit edilen höyük İÖ 5800 yıllarına ait Halaf döneminden ortaçağa uzanan kalıntıları barındırmaktadır.  İpek Yolu üzerinde bulunan Kemaliye höyük ve Tilki tepe Höyüklerinde Kalkolitik döneme ait seramik parçaları mevcuttur.


TUNÇ ÇAĞLARI


Anadolu’da madenciliğin yaygınlaşması uzun bir sürecin sonucudur. Özellikle bakırın az da olsa kullanılmasından kaynaklanan bu uzun süreçte Tunç çağları gelişimini ‘eski’, ‘orta’,’son’ olarak üç döneme bölünmektedir. Tunç Çağlarının 1000 yılı aşkın bir süreyi kapsayan ‘eski’, döneminin ancak son evresinde tunç eşya ilk kez gerçekten çoğalmıştır.
Eski Tunç Çağı, genellikle İÖ.3000-2000 yılları arasına tarihlenir.  Bu 1000 yıl içinde yeşermiş bütün kültürlerin aynı özellikleri paylaşması beklenemez. Bu çağın yerleşmeleri güneydoğuda İslahiye Bölgesi, Çukurova ve Amik Ovası’nda, batıda Troia ve çevresinde, güneyde Elmalı ovasında ve diğer yerleşimler bu döneme ışık tutan yerleşim alanlarıdır.

Mardin’in Nusaybin ilçesinde bulunan Girnavaz Höyük’te ve Dargeçit ilçesinde bulunan Zeviya Tivilki yerleşmesinde düzenli kazılar yapılmıştır. Ayrıca müzenin yaptığı kurtarma kazıları vardır. Bunların dışında da bölgede yapılan yüzey araştırmasında tespit edilen yerleşmeler bulunmaktadır. Girnavaz   kazısında ve yüzey araştırmalarında Erken Tunç Çağı’na ait veriler tespit edilmiştir. Bunlar da Girharrin-Ortaköy, Gıre Koriye, Tell Ermen, Gıre Herzem  Boğazemri, Gıre Hıyale, Gıre Haramiye, Gıre Kızlare, Gıre Hileliye, Desi, Çıldız, Tell Bısım,  Tell Minar, Kertvin ve Tell Gir mira ;Katarlı-Abukatter, Abdülimam Höyük,  yerleşmeleridir. Ilısu Baraj Şantiye Alanında yapılan yüzey araştırmasında Dicle’nin hemen karsı kıyısında Tatika ve Zeviya Kavla yerleşmesinde bu dönemlere ait seramikler ele geçmiştir.
Bu dönem hakkında bilgileri Mardin il sınırları içerisinde tespit edilen yerleşmelerin bir kısmından elde etmekteyiz. Kazılar, yüzey araştırmaları, Mardin Müzesi Tescil çalışmaları sonucunda ve yazılı kaynaklarda adı geçen 72 kadar yerleşmeden sadece 36 tanesinde yaşanan dönemler hakkında bilgimiz vardır. Bu 36 yerleşmeden 20 tanesinde Erken Tunç Dönemine ait 36 arkeolojik verilere ulaşılmıştır. Bunlar, Girnavaz  Girharrin-Ortaköy, Gıre Koriye, Tell Ermen, Gıre Herzem, Gıre Karakuwe  ; Boğazemri, Gıre Hıyale, Gıre Haramiye, Gıre Kızlare, Gıre Hileliye, Desi, Çıldız, Tell Bısım, Gir Bunas, Tell Minar, Kertvin ve Tell Girmira, Katarlı-Abukatter, Abdülimam Höyük yerleşmeleridir. Bu yerleşmelerin hepsi Tur Abdin Dağları’nın güneyinde, ovada ve nehir kenarlarındadır. Su anki bilgilerimizin ışığında Tur Abdin Dağları’nın bulunduğu coğrafyada bu döneme ait yerleşme tespit edilmemiştir. Ovadaki bütün bu yerleşmeler höyüktür ve Tur Abdin Dağları’nın bulunduğu alanda höyük yerleşmesi görülmemekte, yerleşmeler daha geç döneme aittir. Buradaki yerleşmeler daha çok yamaç ve vadi yerleşmeleri olmalıdır ve bu coğrafi alanlarda aranmalıdır.
Mardin ilinde Nusaybin ilçesinde Gırnavaz kazısında Orta Tunç Çağına ait buluntular ele geçmiştir. Yüzey araştırmalarında Orta Tunç Çağı’na ait verilerin tespit edildiği yerleşmeler: Tell Arrada, Gır Bunas, Gıre Çeltük, Gıre Koriye, Gıre Karakuwe, Tell Ermen, Gıre Alimışmış: Gıre Haramiye, Gıre Kızlare, Gıre Hileliye, Tell Bısım ve Girharrin  Ilısu Baraj Alanı’nda yapılan yüzey araştırmasında ise Harabetepe, Ilısu köyü, Zureki Zeri ve Kilokki Tarlası yerleşmelerinde bu dönem tespit edilmiştir. 
Mardin sınırlarında tespit edilen 73 kadar yerleşmeden sadece 36 tanesinde yaşanan dönemler hakkında bilgi verilmektedir ve bunlardan da 19 tanesinde Orta Tunç Çağı’na tarihlendirilmektedir. Bu yerleşmeler: Girnavaz, Gire Herzem, Gire Alimısmıs, Tell Ermen, Gıre Karakuwe, Gıre Koriye, Gır Bunas, Tell Arrada, Gıre Haramiye, Gıre Kızlare, Gıre Hileliye, Tell Bisim, Gırharrin, Gıre Çeltük, Kertvin, Kilokki Rabiseki, Harabe Tepesi, Benuva Sengin, Kerküşti’dir. Bu yerleşmelerden 16 tanesi deniz seviyesinden 400-500 m arasındaki ovada ve nehir kenarlarında kurulmuşlardır. Diğer 3 tanesi Kilokki Rabiseki, Harabe Tepesi, Benuva Sengin Tur Abdin Dağları üzerinde vadi yamacı nehir terasında kurulmuş yerleşmelerdir.
Geç Tunç Çağı’ndaki Mardin sınırları içerisindeki yerleşmelerden sadece ikisinde bu dönem tespit edilmiştir. Bu iki yerleşme Girnavaz ve Gırharrin’dir. Yerleşmeler genelde yüzey araştırmalarında tespit edilmiş ve bu döneme ait verilere ulaşılmamıştır. Bu döneme tarihlenen iki yerleşmede de Tur Abdin Dağları’nın güneyindeki ovada ve nehir kenarında kurulmuş yerleşmelerdir. Bu döneme tarihlenen iki yerleşme Girnavaz ve Gırharrin-Ortaköy boyutları büyük olarak nitelendirebileceğimiz höyüklerdir. Bu höyüklerden Girnavaz’da bu döneme ait tablet bulunmuştur.  Bu dönem yazılı kaynaklarda Nabula ismi geçmektedir.  Gırharrin ise günümüz İpek Yolu ile Mardin, Nusaybin yolu üzerinde önemli bir yerleşmedir.
Geç Tunç Çağı, Kuzey Mezopotamya’da ve Ilısu Barajı dolum Alanı içerisinde kalan bölge ve çevresinde Hurri-Mitanni ve Orta Assur dönemi merkezlerinden bilinmektedir. Mardin Dağları’nın güneyindeki Girnavaz  ve Yukarı Dicle havzasındaki Giricano , Kavusan Höyük,  Siirt Türbe Höyük ,Üçtepe  , Ziyarettepe  ve Gre Dimse  görülmektedir.

DEMİR ÇAĞI

MÖ.1200-333 Tarihlerini içermektedir ve kendi içerisinde bölgelere göre küçük farklılıklar olsa da erken, orta ve geç demir çağı olmak üzere üç döneme ayrılır.
Mardin ilinde Nusaybin ilçesinde Girnavaz kazısı ve Dargeçit ilçesinde Zeviya Tivilki ve Kızıltepe- Viranşehir yolu üzerindeki Kerküşti yerleşmesinde düzenli kazılar yapılmış ve Demir Çağı’na tarihlenen eserler ele geçmiştir. Ayrıca bölgede yapılan yüzey araştırmalarında da bu dönemlerin tespit edildiği yerleşmeler bulunmuştur.
Bu dönemde yerleşmeler artarken yazılı kaynaklarda da artmaktadır. Demir Çağı’nda artık imparatorluklar kurulmuş, bölgeler eyaletlere, eyaletler devletlere, devletler köylere ayrılmıştır. Buna bağlı olarak yerleşme dokuları da değişmiştir. Bu dönemde ovada kurulan büyük kentlerin yanı sıra Tur Abdin Dağları’nın üzerinde vadilerde, yamaçlarda da kentlerin sayısı da artmıştır.
Mardin’de 73 adet yerleşme hakkında bilgimiz vardır. Bunlardan 37 tanesi kazılar ve yüzey araştırmaları ile tespit edilmiş ve arkeolojik buluntular toplanmıştır. Bu yerleşmelerden bir kısmı sadece yazılı kaynaklardan bilinmekte, arkeolojik çalışma yapılmamıştır. Bu tür yerleşmelere örnek Midyat, Savur, İzbırak, Nusaybin’dir. Demir Çağı tespit edilen yerleşmelerden 16 tanesinde arkeolojik buluntulara ulaşılmıştır. Bunlar Girnavaz, Zeviya Tivilki, Tell Ermen, Tell Herzem, Gırbel, Bozhöyük, Gırharrin, Gıre Koriye, Gıre Alimısmıs, Gıre Hıyale, Gıre Kızlare, Gıre Hileliye, Kertvin, Kerküsti, Kilokki Rabiseki, Kulahke Benabahlu yerleşmeleridir. Bunların dışında 6 tanesi yazılı kaynaklarda geçmektedir. Bunlar Nisibis, Midyat, Savur, İzbırak-Zaz, Baskavak-Ahmedi ve Dereiçi (Killit)’dir. Bu dönem tespit edilen 22 yerleşmeden 14 tanesi Tur Abdin Dağlarının güneyindeki ovada, nehir kenarlarında kurulmuştur. Diğer 8 yerleşme, Zeviya Tivilki, Kilokki Rabiseki, Kulahke Benabahlu, Midyat, Savur, İzbırak-Zaz, Baskavak-Ahmedi ve Dereiçi (Killit) ise Tur Abdin Dağları üzerinde vadilerde kurulmuştur. Mardin İli sınırları içerisindeki 73 adet yerleşmeden 39 tanesinin boyutları hakkında bilgi verilmektedir. Bu 39 yerleşmeden 22 tanesi Demir Çağına tarihlendirilmekte ve bunlardan 13 tanesinin boyutlarını bilmekteyiz. Bunlardan 7 tanesi büyük höyüktür. Bunlar, Girnavaz, Tell Ermen, Tell Herzem, Gırharrin, Gıre Koriye, Gıre Kızlare, Gıre Hileliye’dir. 2 tanesi orta büyüklükte olan Zeviya Tivilki ve Gırbella’dır. 4 tanesi de küçük höyüklerdir. Bunlar Gıre Hıyale, Kerküsti, Kilokki Rabiseki ve Kulahke Benabahlu’dur.
Bu döneme ait Mardin ilinde üç tane kazı vardır. Bunlardan Girnavaz, Assur yerleşmesidir ve bu dönemdeki adı Nabula’dır. Bu yerleşme Tur Abdin Dağları’nın bittiği ve ovanın başladığı yerde, Çağ Çağ Vadisi’nin girişinde nehrin kenarındadır .Diğer kazı yapılan yerleşme Zeviya Tivilki’dir. MÖ 1.bin dönemine tarihlenen arkeolojik buluntular ortaya çıkartılmıştır, fakat filolojik buluntu ele geçmemiştir. Bu nedenle yerleşmenin antik ismi hakkında bilgi yoktur. Bu yerleşme Ilısu Baraj Alanı’nda çanakta, küçük bir dere kenarında yamaç yerleşmesidir. Ana kaya üzerinde yaklaşık 2-3 m yüksekliğe sahiptir . Diğer kazısı yapılan ve bu döneme ait buluntuların ele geçtiği yerleşme Kerküşti’dir  Bu üç yerleşmenin dışında yazılı kaynaklarda ismi geçen yerleşmeler Midyat-Matiate, Savur-Sura, Zaz ve Deriçi/ Kilit Mardin Eşiği’nde kurulmuş yerleşmelerdir. Bu yerleşmelerin dışında Kaşyari-Tur Abdin Dağları’nda olduğu yazılı kaynaklarda anlatılan şehirler vardır. Bu dönemde artık Assur İmparatorluğu kurulmuş ve imparatorluk toprakları eyaletlere, eyaletler de kent devletlerine, kentler de köyler ayrılmıştır. Wilkinson’un yaptığı araştırmanın ortaya çıkardığı veriler sonucunda yaklaşık 5 km iki bağımsız tarımcı yerleşmenin sınırını oluşturmakta düşüncesi  bu dönem için daha geçerli olmalıdır.
Bu dönemde 25-30 km mesafede diğer kent devleti ve yaklaşık 70-80 km’de de eyaletler olmalıdır. Bu döneme ait Gırnavaz-Nabula’da ele geçen tablet, bahçe satışı ile ilgilidir. Burada Nisibina-Nusaybin Assur eyaletidir ve Nabula ile arası yaklaşık 5 km’dir. Bu metinde bahsedilen tarla Urrukka sınırındadır ve bir günlük yoldadır. Aradaki mesafe yaklaşık olarak 25-30 km’dir . Urrukka, günümüz Tell Amuda veya karsısındaki Kemaliye Höyük ile eşleştirilir ve Girnavaz’a yaklaşık 20 km’dir Kessler’e göre Harranu-Harran, Guzanu-Tell Halaf ve Nasibina-Nusibis, Assur eyaletleridir ve bunların birbirlerine olan mesafeleri yaklaşık 70 km’dir. Bu eyaletlerde olan kentlere bakılırsa bunların bir kısmının eyalet merkezi ile aralarındaki uzaklığın 25-30 km olduğu görülür. Örneğin Harranu ile Huzirana; Guzana ile Sikanu; Nabula ile Urruka arasındaki mesafe yaklaşık 25-30 km’dir.

Mardin bölgesine, İslamdan önceki dönemde sırasıyla; Subariler, Sami veya Turanî kökende oldukları konusu tartışmalı olan Sümerler, Sami ırkından Akadlar, Babilliler, Hititler, Asurîler, Urartular hâkim olmuştur. Ancak pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış Mardin‟in adına ilkçağ kaynaklarında pek rastlanmamaktadır. Mardin adını ilk kez “IV. yüzyıl Roma müelliflerinden Antalyalı tarihçi Ammanianus Marcellinus‟un Amid-Nusaybin yolunun İzala Dağı üzerinden, Maride (Mardin) ve Lorne kaleleri arasından geçtiği şeklindeki kaydında görmekteyiz. .Mardin adının menşei hakkında birbirinden farklı görüşler mevcuttur. Bu görüşlerin pek çoğu efsanelerle karışık rivayetlere dayanmaktadır: Mardin, bazılarına göre Süryanice ‘’Merdo‟dan bazılarına göre Ermenice Mardi’den bazılarına göre de Fars kaynaklarının zikrettiği Marde‟ adlı bir kavimden gelmektedir . Mardin adının kaynağıyla ilgili Mehmet Azimli “Klasik İslam kaynaklarına göre ilk Fetihten Artuklulara Mardin” adlı makalesinde şu görüşleri belirtmiştir: “Kaynaklar, Mardin kelimesinin en eski isminin Erdoba olduğunu veya Marde kelimesinden türeyip bu kelimenin cemisi olup Süryanice ve Aramca da kale anlamına geldiğini belirtirler. Bazıları ise kelimenin savaşçı bir kavim olan ve İran hükümdarı Ardeşir tarafından buraya yerleştirilen Mardelerden türediği konusunda bazı bilgiler verirler. İslam kaynaklarından vakidi de Din ismindeki bir şahsın öldürülmesi üzerine bu isimle isimlendirildiği veya İran hükümdarlarından birinin Mardin isimli hasta oğlunu buraya yerleştirmesi sonucu bu isimle isimlendirildiği gibi bilgiler yer almaktadır ”
Mardin; inançları, sosyo-kültürel yapıları çok farklı grupların bir arada uyum içinde yaşadığı özel bir kenttir. Bugün Yörede Kürtler, Hıristiyanlar, Süryaniler, Araplar, Türkler, Yezidi- Kürtler ve Ermeniler yaşamaktadır. Ancak zaman içinde Yezidi ve Süryani nüfusu göçler nedeniyle azalmıştır.

KLASİK ÇAĞ:

Parthlar ve Helenistik Dönem

İÖ 6. Yüzyılın dinamik gücü olan İran kaynaklı Pers yayılması, Kral Kiros’un önderliğinde, İÖ 539’da Mezopotamya’daki Babil egemenliğini de önüne katarak, batıya doğru ilerleyişini de sürdürüyordu. Pers egemenliğinin bölgeyi sarmasıyla birlikte, II. Nabukadnezar’ın kendi kentlerinden sürgün ederek zorla Babil’de tuttuğu Yahudiler, yeniden kentlerine dönmeye başladılar. Bunlardan bir kısmı Suriye ve Mezopotamya kentlerine yerleşti. Başlangıçta yerli konumlanışları muhafaza ederek nüfus alanlarını denetleyen Persler, I. Dara zamanında  (İÖ 522-485 )idari birim olarak satraplıklar kurdular. Mardin bölgesi, Suriye-Finike-Filistin Satraplığı’na bağlandı. Ancak, bu zengin bölgenin vergi geliri görece düşüktü. Bunun en önemli nedeni, sürgünden yeni dönen Yahudi tüccarların henüz yeterince zenginleşmemiş olmaları ve askeri faaliyetin bölgede öne çıkmasıyla, özellikle deniz ticaretinin sekteye uğramasıdır. Bölgede Pers egemenliği İ.Ö 331 de Makedonya Kralı Büyük İskender’ in Erbil yakınlarında Pers ordusunu yenilgiye uğratmasıyla sona ermiştir. İskender yönetimi bölgede yerel güçlerin konumlarını bozmadı; Ama İskender’in İ.Ö 323’teki ölümüyle birlikte, Makedon ordusunun komutanları ve askeri valiler ( diadoklar ) bu büyük imparatorluğu nüfuz alanları halinde paylaşmaya giriştiler.
Bu paylaşım mücadelesinde Mardin yöresi, imparatorluğun doğu bölümünü neredeyse tamamen ele geçiren Selevkosların elinde kaldı. İÖ 250’den itibaren, bölge bu kez Parth akınlarına uğradı, ancak Selevkoslar Mardin ve Cizre-Botan-Behdinan bölgesini ellerinde tutmayı başardılar. Çünkü Bu bölge, özellikle Mezopotamya ile Anadolu arasındaki ticaret yollarının kilidiydi. Bölgeyi yitirenin Suriye ve Mezopotamya’da tutunma imkânları daralacaktı. Bu nedenle Makedonyalılar, Mezoptamya’yı yoğun biçimde kolonize ettiler.  Selevkoslardan IV. Antiokos Epifanes, ana güzergâha ticaret kolonileri kurdu. Bunlar içinde en önemlileri, Tarsus, Adana, Edessa (Urfa ) ve Nusaybin idi.  Epifanes’in dönemi bir gelişme ve zenginleşme dönemiydi. Mardin bölgesi de bu gelişme ve zenginleşmeden pay aldı. Epifanes’in, Helen kültürünü yaymaya çalışmasıyla birlikte, bölgenin ağırlıklı nüfusunu oluşturan yerli halkları Aramiler ve Ermeniler buna güçlü bir tepki göstermekteydi. Bu tepki kısa zamanda çatışmaya dönüştü. O sırada Partlar, kralları I.Mithridates’in  (İÖ 171-138 ) önderliğinde Selevkoslardan VII. Antiokhos Sidetes ( İÖ 138-129 ) Partları güçlükle durdurabildi.

Abgarlar ve Romalılar

Batıdan Roma, doğudan Part baskısı altında Selevkosların Suriye ve yukarı Mezopotamya’daki egemenliği böylelikle parçalandı. Bundan sonra Yukarı Mezopotamya’nın tamamı ile Kuzeydoğu) Suriye’nin bir bölümü, savaşan güçler arasında bir tampon bölge haline geldi. Bu durum, Yukarı Mezopotamya’da yerel hanedanlarca yönetilen bir dizi krallığın doğmasına yol açtı ve ticaret hayatının can damarı olan Fırat yolu bu istikrarsız ortamda körelmiş olsa da, İÖ 1.yüzyılda Orta Mezopotamya’ya ulaşan yeni bir yol ve bu yol üzerindeki Reseyna (Resülayn)  ile Singara kenti öne çıktı.  Bu süreçte, İÖ 132’den itibaren etkisi Mardin’e kadar ulaşacak biçimde, Urfa ( Edessa ) yöresinde Aramiler, Arap kökenli  olması muhtemel bir hanedanın önderliğinde Abgar (Abgerm) Beyliğini kurdular. Ayrıca Resülayn olması muhtemel komşu bir yörede, Mannus ve Singara merkez olmak üzere Praetavi beylikleri vardı.  Ermeni baskısına maruz kalan Abgar Beyliği fazla yaşayamadı. iÖ 88-70 yılları arasında bölgeye Ermeni Beyi Tigran egemen oldu ve Partlara karşı egemenliği korudu.  Bu sırada Ermeni beyliğinin başkenti Nusaybin (Ermenice Mıdzpin)  idi. Buna karşın, bu dönemde siyasal güçler arasındaki temel çalışmanın tarafları Romalılarla Partlardı. Batı Asya’da ilerlemeye çalışan Romalılar karşılarında en büyük engel olarak Parth kralı III. Ferhad’ı bulmuşlardı. Lukullus ve Pompeius ile bölgeye yüklenen Romalılar, Lukullus’un Nusaybin’i alıp Ermeni beyliğine son vermesi gibi arkası gelmeyen bir ilerlemeye karşın Parthlar karşısında başarılı olamadılar ve Roma İmparatoru Antonius, İÖ 37’de Partlarla barış yapmak zorunda kaldı. Urfa, Partların batıdaki sınır konumunu uzunca bir süre korudu. Bölgede Arapların yönettiği Reseyna (Resülayn) ve Singara (Sincar)gibi küçük devletler de vardı. Urfa bölgesinin bu bağımsız konumu, Septimus Severus’un Urfa’yı zapt ettiği İS. 199 yılına kadar sürdü ve muhtemelen 214’te Caracalla burayı Roma kolonisine dönüştürdü Septimus Severus, ele geçirdikten sonra colonia statüsü verdiği Nusaybin’e  (Nisibis) ulaştığında (İS 195) Dicle’nin ötesine bile yayılmış olan Arap kabilelerinin üzerine generallerini göndermişti. Severus bölgede Septimia Reseyna ve Septimia Nisibis kolonilerini kurarak buraları sürekli garnizonlar haline getirdi.   İS. 1. yy’da Nusaybin ağırlıklı olarak bir Arami kenti olmakla birlikte, artalanına yayılmış bu Arap göçebe kabileleri yanında hatırı sayılır bir Yahudi Nüfusu barındırmaktaydı. Nusaybin ve Bezabde’de görülen ve kültürel açıdan, ayrıca günlük hayatta kullanılan dil bakımından ‘’Aramileşmiş’’ bu Yahudi kolonisinin nüfusu, Sasani ve İslam dönemlerinde giderek azaldı.  2.yy’a kadar oldukça kalabalık bir Yahudi Nüfusu barındıran meyanda ünlü bir Yahudi akademisine ve Yahudi krallara sahip olan, Adiabene ve Nusaybin’deki Cemaat, Traianus döneminden itibaren takibata uğramaya başlayınca Urfa’ya sığınmışlardı.
Klasik çağda yukarı Mezopotamya, bütün Ön Asya için etkin biçimde işlev taşıyan bir bölgeydi. Bu işlev, klasik çağ’da önem kazanan Asya-Avrupa ilişkisini sağlamak bakımından hayatiydi. Buna bağlı olarak bölge, yoğun ve bugün bilgilenmemiz açısından iyi belgelenmiş bir yol ağı örülmüştü. En önemli hatlar şunlardı:
1)Kuzey Hattı: Zeugma ya da Samosata’da Fırat’ı geçerek Karacadağ / Tur Abdin Yükseltisinin güney yamaçlarından inen ve Urfa, Constantina (Viranşehir),Amuda ve Nusaybin üzerinden doğuya doğru inen yoldur. Nisibis’ten sonra yol ikiye ayrılmaktadır. Birincisi, Dicle’yi Cizre yakınlarındaki Bezabde’de geçerek Erbil’e uzanmakta ve buradan Dicle’nin doğu yakası boyunca, Güney Mezopotamya’ya doğru inen yolla birleşmekte; ikincisi ise Dicle’nin batı yakasını izleyerek güneydoğuya ilerleyip Musul yakınlarında ırmağa geçmektedir.
2) Orta Hat: Zeugma ya da Europus’ta (Kargamış/Cerablus) Fırat Irmağı’nı Harrab üzerinde Yukarı Belih havzasına ve Reseyna ‘ya (Resülayn) ulaşan yoldur. Yol burada üçe ayrılır. Birinci yol kuzeye dönmekte ve Nisibis’te kuzey hattıyla birleşmektedir; ikinci yol doğuya doğru ilerleyerek Çagar Bazar’da Hanzir vadisini geçmekte ve oradan Musul kıyısında Dicle’ye ulaşmaktadır; üçüncü yol ise Tel Brak yakınlarında Çağ çağ vadisini aşıp Cebel Sincar’ı geçerek dağın güney eteklerine inmekte ve yine Musul’da Dicle Nehri’ne ulaşmaktadır.
3)Güney Hattı: Europus’ta Fırat’ı geçen yol, Belih havzasındaki Harran ya da Aynelarus üzerinden güneye döner ve Abdülaziz/Sincar yükseltilerinin güney eteklerini izleyerek Musul’a doğru ya da tartar vadisini izleyerek Hatra üzerinden Asur’a doğru ilerlediler.
Antik dönem seyyahlarının anlatılarına bakılırsa, bazı yollar Nusaybin’de birbirine kavuşmaktadır. Bu yollardan biri, Tel Brak’ın üzerinde bulunduğu Çağçağ vadisinden gelmekte, bir diğeri Haseke’den Hanzir ve Awaj vadileri arasından kuzeye çıkmakta ve Nisibis’e doğru giden doğu –batı istikametindeki ana yolu Amuda’da kesmektedir. Buradan Karacadağ-Tur Abdin yükselti sistemini, Mardin üzerinden Diyarbakır’a ulaşacak şekilde aşmaktadır.  Kuzey Mezopotamya’dan gelen önemli yol, Yukarı Habur ovasındaki Amuda’dan Diyarbakır’a oradan Malatya’ya ve Malatya’dan Anadolu içlerine ve Menderes vadilerini izleyerek Ege’ye ulaşır.  Bu güzergâh üzerindeki Mardin geçişi önem taşır. Zira görece güvenli ovalık alanların aksine, yol bu bölgede önemli bir dağlık sahayı Mardin Eşiği üzerinden aşmaktadır.
Bugünkü Diyarbakır-Mardin yol güzergâhının, Romalılardan beri kullanıldığı bilinmektedir.  Ancak, güneydeki ova üzerindeki karışık yol sistemini ortaya çıkarmak, kuzeyde vadilerin arasına sıkışmış olan ve antik dönem gezginlerinin betimlemeleriyle kestirilebilen yollara oranla güçtür.
Mardin Eşiği’nin hemen güneyindeki Tell Arrada höyüğünün konumu, Resülayn-Nusaybin yolunun güzergâhı hakkında bilgi verir. Roma yolu buradan geçerek Zergan Çayı’nın kuzey kesimindeki, Tell Ermen (Kızıltepe) ile Amuda üzerinden Nusaybin’e ulaşmaktadır.  Yolun kuzeyden gelen yolla birleştiği nokta olarak en akla yakın merkez ise Tel Ermen höyüğünün bulunduğu yerdir. Tel Ermen, Kuzey Mezopotamya’nın en büyük höyüklerindendir. Bugünkü Mardin kentinin o dönemde bulunduğuna ilişkin bir belirti olmadığına göre, Diyarbakır’dan gelen kavuştuğu merkez burası olmalıdır.
Güneye ve doğuya giden yollar üzerindeki denetim bakımından, Tel Brak’ın stratejik konumu Roma çağında da sürmektedir. Roma yolları, Çağçağ boyunca güneye inmekte ve tel Brak’ın oldukça yakınından geçmektedir. Höyüğün yakınında bir Roma castellum’u bulunmak taktadır.


BÖLGENİN HIRİSTİYANLAŞMASI:

Miladi yüzyılların başlamasıyla, Mardin bölgesinde devam etmekte olan doğu-batı çekişmesine yeni bir boyut eklendi: Hıristiyanlık. Hıristiyanlığın toplumsal bir taban bulmasını sağlayan halk Aramilerdir. Abgar Beyliği’nin halkı olan ve Suriye’den Yukarı Mezopotamya’ya kadar yayılmış olan Aramiler, İS 38’den başlayarak 1.yy içinde adım adım Hristiyanlaştılar. Aramiler, tarihin tanıdığı ilk Hristiyan halktır. Hristiyanlığı resmi din olarak benimseyen krallık da, halkı Aramca konuşan Urfadır.  Özellikle 2. yy’dan itibaren, dinin çıkış merkezi olan Filistin’den kuzeye ve doğuya doğru yayılmaya başlayan Hıristiyanlık,2 yy’ın başlarında Antakya Patrikliği’nin etki alanı içinde, daha doğuda Urfa’da, kendisine önemli bir tutunma merkezi bulmuştu. Yine Aramca konuşulan Cizre ( Beth Zabday-Bezabde ) bölgesinde, İncil’i tebliğ eden ilk kişinin, Mşiha Vakiyanamesi’ne göre,1.yy. sonlarında yaşamış olan Pekidha adlı kişi olduğu bilinmektedir. Buna göre Urfa ile yakın ilişkisi bulunan ve dinsel tarihleri iç içe geçmiş görünen  Adiabene bölgesine giden Pekidha, bu bölgenin ilk piskopos’u kabul edilmektedir. Beth Zabday’ın ilk piskoposu ise Mezra adında biri idi. Nusaybin’e ilişkin en erken Hristiyanlık kanıtları, Aberkis’un Grekçe mezar yazıtından elde edilmektedir. İS 2. yy’ın ikinci yarısında artık bölgede Hristiyanlık yaygın bir dindir. Eusebius, İS 197 yılında Urfa bölgesi (Osrhoene ) ile ‘’oradaki kentlerde ‘’ paskalya tarihini belirlemek amacıyla bir sinodun toplandığından söz etmekte; 201 yılında Urfa’da bir kilisenin varlığı bilinmektedir. Segal, Urfa Kralı Büyük Abgar’ın Hristiyanlığı kabul nedenini, Romanın kendi bağımsızlığına yönelik tehdidini ve sürekli olarak Partların tehdidi altında bulunan doğu ile ilişkisini güvenceye almak için bölgede yaygınlaşmış olan Hristiyan cemaatleriyle iyi geçinme politikasına bağlamaktadır .
İncil’i ilk olarak Süryaniceye aktaran Titianus ile Bardaysan’ın başlattıkları kristolojik tartışma, bu doktrin ayrılığının ilk işaretlerini vermekteydi . Ayrıca Urfa, Hristiyan inziva (zühd) hareketinin ilk merkezlerinden biridir. Urfa civarındaki dağlık bölgede ve bozkır alanında ilk münzeviler, dar anlamda bir keşiş olmanın ötesinde, Hristiyanlığı yayan birer ’’kolonizatör’’ olarak, 4. Yüzyılın başlarından itibaren görülmüştür  ve bu hareket buradan, ağırlıklı olarak Mardin ve Musul civarına yayılmıştır . Böylelikle bu dönemde Hristiyanlığın Mardinde de yayıldığını öğrenmekteyiz.
Galerius önderliğindeki Roma genişlemesi, yine Hristiyanların aleyhine bir gelişme olmuş ve 260’dan 303 yılına kadar süren,’’Hristiyanlar için huzur dönemi’’ bitmiştir. 303-304 yılları, Hristiyanlara yönelik yeni bir kıyım dönemi olarak anılmaktadır . 303’te imparatorluk topraklarında İncil nüshalarının yok edilmesi, kiliselerin yıkılması, Hristiyan ayinlerinin yasaklanması, Hristiyan âlim ve rahiplerin pagan tanrılarına tapmaya zorlaması yolundaki buyruk, Roma’nın doğu eyaletlerinde çok sert uygulanmıştır.
İulianus döneminde Roma, Hıristiyanlığa karşı paganizm müttefiki olarak algıladığı Nusaybin ve Abidiene Yahudilerine ılımlı bir tavır takınmakla birlikte, Hristiyanlıkla mücadelesini şiddetlendirmişti .Iulianus zamanındaki baskı ortamı karşısında, Hristiyan inziva hareketi büyük ölçüde yayılmış ve Tur-Abdin bölgesi daha o zamandan, çile çeken keşişleri ve senobit  grupları nedeniyle ‘’Tanrının Kullarının Dağı’’ adını almıştır.  Tur Abdin (Mons Masius) bölgesi Süryani manastır hayatının anayurdudur. Ancak bu bölgenin Roma fetihleri dönemi ve ondan önceki toplumsal tarihi hakkında fazla bir şey bilemiyoruz. Buna karşın, manastırcılığın pirlerinden Efraim’in doğduğu Nusaybin’in bir colonia olarak, hem şehir meclisi bulunan bir Greko-Roman kenti hem de Hristiyan cemaate sahip olan iki dilli bir yerleşim olduğu kesindir. Bölgede en eski Hristiyan anıtı, 313-320 tarihleri arasında yapıldığı düşünülen,713 ile 758 tarihleri arasında kiliseye çevrilmiş katedralden kalan ve Piskopos Vologaeses ve Papaz Akepsumas’ın 359 yılına ait Grekçe bit kitabesinin bulunduğu Nusaybin vaftizhanesidir. Hristiyan nüfusun, Sasanilerin eline geçen bölgelerden içerilere çekilmesi bir vakıa iken, İran içlerindeki bölgelerde Hristiyan nüfus da artmaktaydı. Zapt edilen kentlerden zanaatkâr ve teknisyen nüfusu, yeni kentler kurmak ve kent merkezlerini canlandırmak üzere kendi nüfuz bölgelerine götürmek, Sasani askeri politikasının önemli bir unsuruydu. Bu çerçevede Suriye, Kapadokya ve Kilikya kentlerinden götürülen tutsakların büyük bölümünün Hristiyan olması muhtemeldir. Zira bu bölgelerin hem kentleri hem de kırsal alanı büyük ölçüde Hristiyanlaşmıştı. Romalı tutsakların çoğunluğunun Süryanice konuştuğu ve bu halkın Pers Mezopotamyası ile komşu İran topraklarında çoğunluğu oluşturduğu, bugüne ulaşan başka bir bilgidir. İran’ın nüfus alanında çoğalan Hristiyanlar, kilise kilise hiyerarşisini de taşımış ve çok sayıda kilise ve manastır yapmışlardı. Ayrıca, bu durum ve Roma İmparatorluğu’nun ağırlaşan vergiler de dâhil artan baskıları, Sasani idaresi altında yaşamayı çekici hale getirmiş olmalıdır. II. Şahpur’un Kuzistan ya da Susyana’da kurduğu yeni kraliyet kentini şenlendirmek üzere Roma İmparatorluğu’nun doğu uçlarını teşkil eden Singara(Sincar),Nusaybin, Bezabde ve Ermenistan civarından tutsakların yerleştirdiği bilinmektedir.
5.yy’ın başlarında, bu sınır bölgesinde, bölündüğü için artık ‘’Roma’’ olmaktan çıkıp ‘’Bizans’’ olduğu düşünülen devlet ile İran’ın tek hâkimi Sasaniler arasındaki çatışma devam ediyordu. Hristiyanlığın kurumlaşmasına paralel olarak, bölgede kilise kurumuna bağlı bir biçimde önem kazanan Mardin bölgesi kentleri, Bizans egemenliğinin daha güçlü bir korumasına girmişti. Dine özel bir önem veren II. Teodosius ile 421’de evlendiği karısı Evdokia, bu korumaya pagan saydıkları ‘’pagan’’ saydıkları İranlılar karşısında Hristiyanlığın savunusu anlamında, büyük özen gösteriyorlardı. 421 yılında Sasani Hükümdarı Behram, nüfus alanındaki Hristiyan nüfusu göçe zorlamaya başladı. Bunun üzerine Theodosius, İran’a savaş ilan etti. Bu, bölgede yarım yüzyıla yakın bir süre devam eden göreli barışın sonu demekti. Doğu Roma harekâtını yürüten Ardabur, önce Nusaybin’i kuşattı. Bir başka Roma ordusu da, İran Ermenistan’ında isyan eden Hristiyanlara yardım için harekete geçti. Bu arada imparatorluk batıdan Hun tehdidine maruz kalınca,422’de Teodosius, yine hemen hemen önceki mutabakatın koşullarıyla, İranlılarla anlaşma yapmak zorunda kaldı.  Behram’ın oğlu Yazdegird, bu anlaşmayı bozarak hükümdarlığın ikinci yılında (440),Roma bölgelerine girerek Nusaybin’e kadar ilerledi ve Hristiyan nüfusu baskı altına aldı. Nusaybin Hristiyan nüfusun çekilmesiyle ıssızlaşarak sadece, kırsal bölgelerinde Kürtlerin yaşadığı bir yer haline geldi.
5.yy’ın Sasani idari taksimatında Mezopotamya üç vilayete bölünmüştü. Bunlardan kuzeybatıdaki Arayestan, ilk İslam döneminde Diyar-ı Rebi’a olarak anılan ve Maridin, Tur Abdin ve Resül’ayn bölgelerinden oluşan alanı kapsıyordu. 6. Yy’da ise Hüsrev Anuşirvan’ın idari reformları sonucunda bu üç vilayet, Batı bölgesi (Hvarvaran)adı altında birleştirildi.7. yy’ın başlarında Hüsrev Perviz’in yeni düzenlemesinde, Batı bölgesine bağlı eski bölümler altı ya da yedi ana bölüm altında toplandı; bu ana bölümlerden birisini Nusaybin ve çevresi temsil etmekteydi.
İznik Konsili’yle Hıristiyanlığın resmi din olarak kabulünden (325) sonra, İsa’nın doğası üzerine cereyan eden tartışmalarda, Antakya piskoposlarından Nastorios (381-451) İsa’yı bir insan olarak görmeyen, onu tanrı sayan monofizit Hıristiyanlık öğretisine karşı, İsa’yı hem Tanrı hem insan olarak tavsif eden diyofizit Hıristiyanlık öğretisini kurumlaştırdı. Nastorius,428’de Konstantinopolis patrikliğine tercih edilmişse de,  431 yılında toplanan Birinci Efes Konsili’nde, Nastorius ve izleyicileri mahkûm edilerek bu görüşün taraftarları resmi kiliseden atıldılar ve 449’da toplanan ikinci Efes Konsili’nde Nastorius öğretisinin tersine, İsa’nın tek bir doğasının bulunduğunu savunan monofizitlik öğretisi benimsendi.
6. yüzyıldan itibaren giderek gerginleşen siyasi ortamda Sasani garnizonları, kent halkından ayrı olarak, garnizon komutanları ya da seferlere kumanda eden genel komutanlar tarafından sağlanan tayınla desteklenmek suretiyle kalelerde ya da uç istihkâmlarındaki Nusaybin’deki depolarda toplanıyordu. 502 yılında artık bütünüyle askeri sorunlara odaklanmış görünen Sasaniler, Teodosius barışını bozdular ve kendilerini meşgul eden gailere karşın, Bizans Ermenistan’ına kadar girdiler ve Diyarbakır’ı aldılar. Bu arada Araplarda Suriye ve Filistin’e akınlar düzenlemekteydi. Anastasius, Araplarla İranlılara karşı anlaştı ve 504 yılında Diyarbakır (Amida) Sasanilerden geri alınarak onları Bizans Ermenistan’ına sürdü.506 yılına gelince ateşkes kalıcı hale geldiğinde Nusaybin’deki İran Garnizonuna karşı sınır kenti Dara’yı tahkim etti. Dara’nın Bizans ordusunun doğudaki karargahı haline gelmesi Nusaybin’in stratejik önemini kaybetmesi anlamına geliyordu. Bundan sonra Dara kentinin adı Anastasiopolis oldu. Ayrıca bu kent ekonomik özelliklerini kaybetmiş askeri bir kimliğe bürünmüştür.
‘’İslam’dan önce Mezopatamya’nın bir kısmı Romalılara bir kısmı da İranlıların hâkimiyetindeydi. Resülayn ve Fırat’a kadar uzanan topraklar Romalılara; Nusaybin ve Dicle’ye kadar uzanan topraklarda İranlılara aitti. Sincar’a kadar Mardin ve Dara ovası ile çöl İranlılarındı; Mardin dağı, Dara ve Tur Abdin dağları Romalılara aittir. İki halkın arasındaki sınır Dara ile Nusaybin arasında Sarja kale olarak belirlenmiştir.’’ Diye aktarmıştır: İslam Tarihçisi Ebu Yusuf Yakup…


İSLAMİ DÖNEM:

İslam fetihleri sırasında bölge iki ayrı Arap akınına maruz kaldı. Abdullah ibn Abdullah İbn İtban,638’de Musul üzerinden Nusaybin’e kadar ilerledi 639-640 yıllarında ise İyaz bin Ganem bu eyaleti Suriye üzerinden tümüyle işgal etti.  Bu ikinci sefer sırasında Mardin’in İslam-Arap orduları tarafından alınışı 640 yılındadır.  Arapların Kuzey Mezopotamya’yı istilaları sırasında bölge nüfusunun çoğunluğu Hıristiyandı.  Halife Ömer zamanında kenti ele geçiren İyaz Bin Ganem, kentin yönetimini Hıristiyanlıktan İslamiyet’e geçen ve Mardin’in fetih öncesindeki Ermeni hâkimleri olan Şehriyazoğlu Amud ile Mari’ye bırakmıştır. Mardinde bu ailenin egemenliği yüz yıl kadar sürdü . Ancak, İslam fetihlerine takiben Ermenistan  sınırlarına kadar yayılan, koloniler halinde önceki iskânlara oranla çok daha yoğun bir biçimde bölgeye yerleşen Arap kabileleri, belirli bir nüfus baskısı oluşturmaya başlamışlardı. Halife Osman’ın Suriye ve Cezire valisi Muaviye’ye gönderdiği emirler, iktisadi yaşamın gerilemesine neden olacak biçimde tanımcı Hıristiyan köylerinin yok oluşuna yol açan  göçebe kabilelerin kent, kasaba ve tarım alanlarının uzağına yerleştirilmelerini istemektedir. Bu nedenle, bu özelliklere sahip Cezire bölgesi, İslamiyet’in ilk yıllarında Suriye’nin diğer bölgelerine göre çok daha yoğun bir biçimde Araplaşmış ve dolayısıyla İslamlaşmaya başlamıştır.

ARTUKLULAR DÖNEMİNDE MARDİN

1071 Malazgirt Savaşı ile bu topraklardaki Bizans gücünün bertaraf edilmesi, Selçuklu şemsiyesi altında birleşmiş Türkmenlere Mardin ve yöresini de açmıştı. Selçuklu Sultanı Alparslan, maiyetinde bulunan Türkmen beylerinden Artuk Bey’e Mardin, Diyarbakır, Harput ve civarına askeri birlik, yani ikta olarak vermiş, onu bu bölgenin fethi için harekete geçirmişti.  Bu süreçte Hulvan hâkimi olan Artuk Bey’in, Malazgirt ve Muş Hakimi Sunduk Bey’in Dilmaçoğlu Mehmet Bey’in, Çubuk Bey’in Türkmenleri ve Selçuklu vasallarından Hille Emiri Bahaeddin Mansur’un kuvvetleri,1084 yılında Sultan Melikşah’ın Diyarbakır’ı kendisinin ikta ettiği Fehrüddevle Bin Cüheyr’in komutasında birleşerek, Diyarbakır Kalesini kuşattı.1085’de kent düştükten sonra, aynı yıl Fahrüddevle ve Artuk Bey Silvan’ı (Meyyafarikin) kuşattı ve kenti teslim aldı. Yine aynı içinde, Emir Çökürmüş Cizre’yi ( Cezire-i İbn Ömer ),Emir Moncuk Böri de Mardin’i ele geçirdi.  Fahrüddevle’ye bağlı bu göçler, söz konusu kaleleri Mervaniler’in elinden kolaylıkla almıştı.  Ardından göçebe Türkmen kitleleri, Diyarbakır ve Cezire bölgesine yayılarak buralarda yaylak ve kışlaklar tuttular. Bu Türkmen faaliyetlerine bağlı olarak öteden beri yazları Diyarbakır bölgesindeki yaylalara gelmekte olan, yukarda bahsedilen Arap göçebe kabileleri Habur kaynaklarından yukarıya çıkamaz oldular. Yani bu göçebeler için Tur Abdin’in güney yamaçları adeta doğal bir sınır haline geldi.  Diyarbakır ve Mardin yöresinin fethinde büyük rolü bulunan Artuk Bey’i bundan sonra daha çok Suriye bölgesinde görüyoruz. Mardin, Diyarbakır, Hasankeyf, Silvan ve Harput’a kadar uzanan geniş bir alana hâkim olan Artuklular bu dönemi yansıtan birçok mimari esere imza atmışlardır.
Artuklular sonrasında Mardin ve çevresinde Karakoyunlu, Akkoyunlu hâkimiyeti sonrasında, bölgede Safevi-Osmanlı çekişmesinden galip çıkan Osmanlılar uzun bir müddet bölgeye hâkim olmuşlardır.


OSMANLILAR DÖNEMİNDE MARDİN

Akkoyunluların üçüncü varisi olan, Yakub’un oğlu Sultan Murad, Bağdat’ı kaybettikten sonra, Diyarbakır ve Mardin yöresinde müttefiki olan Bayındırlı aşiretiyle Kürt emirlerinin Sefevi karşıtı ayaklanmalarına dayanarak güç toplamaya çalıştıysa da 1514’te Urfa’daki bir çalışma sırasında öldü.
1514’te Çaldıran Savaşı ile Osmanlı orduları İran-Safevi ordularını yenilgiye uğrattıktan ve böylelikle Sefevilerin Doğu Anadolu’daki çöktükten sonra, İdris-i Bitlisi’nin aracılığı ile Osmanlılarla müttefik olan Doğu Anadolu ve Mezopotamya’nın Kürt emirleri, I.Selim’in Azerbaycan’dan çekilmesini izleyen süreçte, yeniden toparlanma eğilimine giren ve Diyarbakır ile Hasankeyf’e yürüyen Şah İsmail’in kuvvetlerine direniş gösterdiler. Bu suretle Osmanlı müdahalesi Mardin, Urfa, Rakka ve Musul’a uzandı.  Kürt emirlerinin bu direnişinden yararlanan Osmanlıların etkisi, bu vesileyle Doğu Anadolu’nun kuzeyinden başlayarak güneye doğru yavaş yavaş yayılmaya başlamıştı. Bıyıklı Mehmet Paşa kuvvetleri bölgeye ulaşınca, ona katılan Kürt kuvvetleri, Hasankeyf’te birleşerek İranlıları püskürttüler. Ardından, İmadiye Kürtleriyle takviye edilen Osmanlı güçleri önce Nusaybin, Dara, Meyafarikin, Diyarbakır ve Sincar’ı zapt etti.  Arka arkaya gelen bu yenilgilere bağlı olarak, Safevilerin başkomutanı olan Ustaçlu Muhammed’in yerine, komutan olan kardeşi Kara Han bey, karargâhı henüz ellerinde bulunan Mardin’de kurabilmişti. Çok geçmeden Osmanlı ordusu Mardin’e yöneldi ve Karahan Bey’in kuvvetleriyle, Mardin’in 17 km güneydoğusunda, Kızıltepe (Duneysır) yakınındaki Kargan Dede  (Dede Kargın) mevkiinde karşı karşıya geldi. Karahan Bey’in öldüğü muharebede İran ordusu yenildi. Böylece Yukarı Cezire Bölgesinde İran egemenliği son bulmuş oldu; ancak Mardin Kalesi, halen Karahan’ın kardeşi Süleyman Han’ın elindeydi. Osmanlılar kenti bir yıl süresince kuşatma altında tuttular; sonunda Bıyıklı Mehmet Paşa, 1517’de Halep kuvvetleriyle gelerek kaleyi ele geçirdi  Evliya Çelebi’nin anlatımında, Sultan Selim kaleyi almak için Bıyıklı Mehmet Paşa ile Molla İdris-i İmadi’yi göndermiş ve 17. Günde, içindeki Kürtler barış talep ederek kaleyi teslim etmiş ve Sincar Kalesi’ne gitmişlerdir.
Osmanlıların Cezire’de nüfus sahibi oldukları bu sıralarda, özellikle Sincar ve Musul taraflarında, Yezidi Kürtler çoğunluktaydı; hatta Cezire Beyleri bile Yezidiydi . Şeref Han’ın Şerefname’de  belirttiğine göre, Musul ve Şam dolaylarında dolaşan göçer Tasni, Haldi Besyani, Bohtilerin bir kısmı ve Mahmudi aşiretleri Yezidi idi. Ancak Osmanlı hâkimiyeti altında bu kitle yavaş yavaş Sünnileşti. Cezire (Cizre) beyleri Habur ve Sincar yöresinde hüküm sürerken, Hısn’ı Keyfan (Hasankeyf)beylerinden ve Eyyubi soyundan Melikanlar Mardin, Siirt ve Bişeran (Beşiri) yörelerine hükmetmekteydi .
Şeref Han’ın Şerefname’de, Mardin civarındaki aşiret ve cemaatlere ilişkin olarak verdiği bilgiye bakılırsa, Fınık ya da Fenik Kalesi ve yöresinde Şekaki, Becnevi(Besnevi),Miran ve Goyan Kürt aşiretleri bulunmaktadır.  Becnevi ve Şekaki aşireti Hasankeyf civarına yayılmıştır. Bu yörede ayrıca, Aşti Mıhalbi, Mıhrani, Isturki, Büyük Kürtli, Küçük Kürdli, Reşan, Kışki, Cilki, Hendeki, Sohani ve Bidyan aşiret ve kabileleri bulunur.Nusaybin-Mardin-Midyat üçgeninde bulunan ‘’Heysem yöresi’’nde,oturanların çoğunluğu ise ‘’Ermeni ve Hıristiyan’’dır;Cezire emirlerinin geliri ve tahılı büyük ölçüde bu yörede üretilmektedir.Ayrıca burada Cılkiler de yaşamaktadır.  Şeref Han’a göre Şam Araplarından olan Şeyh Hasan Ezraki Mardin Kürtleri üzerinde dinsel bir nüfus sağlayarak yönetici hanedanın kurucusu olmuştur. Bu ailenin bir kolu Safevi Şah İsmail zamanında Hıristiyanların elindeki Derzin ya da Derzos kalesini ele geçirerek Şah’ın emriyle orada Derzine beyliğini kuran Şeyh Hasan’ın oğlu Emir Hasan’ın ardılları Kürtleşen Derzinlerdir. Bu aile Osmanlı yönetimini kabul ederek bölgedeki egemenliği sürdürdü.
Mardin her yönüyle bölgesinin önemli bir kenti olarak Artuklular zamanında ortaya çıkmış ve kendini kabul ettirmiştir. Artuklulara gelinceye kadar bölgenin kültürel ve ticari merkezleri olarak daha çok Nusaybin ve Cizre öne çıkmış, Mardin bunların arasında bir bakıma bağlantı noktası işlevi gören, ikinci planda bir kent olarak daha çok da yakın çevresindeki önemli dinsel merkezle (Mardin’in hemen güneydoğusundaki Deyruzzaferan) ismini duyurmuştur. Bu dönemlerde, nüfusu ve ekonomik yapısına dair pek bir şey bilmediğimiz Mardin, Artuklularla birlikte siyasi bir merkez, bir başkent kimliği kazanmıştır. Kentin fiziki yapısı ve mimari dokusunun, tam anlamıyla bölgesel bir merkez olarak 12. yy’dan itibaren Artuklularla gelen bu ‘Rönesans’ döneminde gelişip biçimlendiği söylemek pek yanlış olmayacaktır. Bu yapı, sonraki Akkoyunlu ve Osmanlı dönemlerinde pek fazla değişikliğe uğramamıştır.16.yüzyılın nüfus artışıyla birlikte, mahallelerin muhtemel gelişimi ve mesken ağırlıklı sivil mimarisinin yoğunlaşması dışında, esas olarak muhafaza edilmiştir. Osmanlı hâkimiyetindeki ilk yüzyılında, bağlı bulunduğu eyaletin merkezi Diyarbakırla yarışan Mardin ‘in17.yy’a kadar bölgenin en canlı ekonomik ve ticari merkezi olma özelliğini koruduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla, fiziki ve mimari dokusuyla Mardin kentinin ve ticari hayatının, Osmanlı egemenliği altında önemli bir değişim yaşadığını ileri sürmek pek kolay değildir. Bu anlamda Osmanlı egemenliği Mardin’de bir kopuşu temsil etmemekte, esas olarak Osmanlı öncesi yapının sürekliliği dikkat çekmektedir. Osmanlı egemenliğini kentte, genel olarak da bölgede hissettiren asıl değişikliğin siyasi kertede yaşanmıştır. Osmanlı Mardin’inden tam olarak söz etmek, ancak 19.yy’da Tanzimat döneminin ilk kapsamlı modernleşme girişimi ile yaşanan yapısal dönüşümler sonunda mümkün olmuştur. O halde 19 yy ortalarına kadarki yaklaşık üç yüz yıllık Osmanlı dönemini, bir bakıma büyük ölçüde önceki dönemlerden tevarüs ettiği, kendi dinamikleriyle ayakta durduğu, İstanbul’un tam egemenliğinde değil, ancak ‘gölgesinde’geçen bir dönem olarak değerlendirmek doğru olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder