30 Kasım 2019 Cumartesi

Bingöl'de Urartular döneminden kalma buğday taneleri bulundu


Bingöl'de Urartular döneminden kalma buğday taneleri bulundu

Bingöl'de Urartular döneminden kalma buğday taneleri bulundu

Bingöl'ün Solhan ilçesinin Murat köyünde yapımı süren Kalehan 2 Barajı nedeniyle sular altında kalacak alanda yürütülen kurtarma kazısında, yaklaşık 3 bin yıllık buğday taneleri bulundu.
Fırat, Van Yüzüncü Yıl ve Bingöl üniversitelerinden akademisyenlerin katılımıyla, Elazığ Müze Müdürü Ziya Kılınç başkanlığında geçen yıl başlatılan ve 158 kişilik ekip tarafından yürütülen kazıda, Urartu ve Bizans dönemlerine ait çok sayıda eserin yanı sıra bir çömlek içinde 3 bin yıl öncesine ait bir miktar buğday bulundu.
Buğday taneleri, uzmanlarca topraktan ayrıştırıldıktan sonra incelenmek üzere laboratuvara gönderilecek.
Fırat Üniversitesi İnsani ve Sosyal Bilimler Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Dr. Öğretim Üyesi Abdulkadir Özdemir, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Norik Höyük'teki kurtarma kazılarında Urartu döneminden kaldığını düşündükleri buğday tanelerinin geçmişe ışık tutabileceğini söyledi.
Dr. Öğretim Üyesi Abdulkadir Özdemir: 3 bin yıl önce insanların tarım yaptığının en güzel kanıtı!
Tarihin ve bilimin faydalanması için buradaki yerel insanların nasıl yaşadıkları, hangi hayvanlarla beslendikleri, hangi tarım ürünlerini kullandıklarını ortaya çıkarmaya çalıştıklarını anlatan Özdemir, şöyle konuştu: "Elazığ Müze Müdürümüz Ziya Kılınç başkanlığında yürütülen Murat Norik 2 Höyük kurtarma kazıları sırasında Demir Çağı'na ait mimari yapının içerisinde tek kulplu çömlek içerisinde karbonize olmuş hububat taneleri bulundu. Bu, günümüzden yaklaşık 3 bin yıl önce insanların tarım yaptığının en güzel kanıtı. Yabani mi yoksa tarıma alınmış bir tohum mu olduğu yapılacak laboratuvar analiz çalışmalarından sonra netleşecek."
Kazılarda elde edilen bulguların Bingöl tarihini oldukça geriye çektiğini anlatan Özdemir, buğday tanelerinin cinsinin belirlenmesi için Hacettepe Üniversitesine, yaşlandırılması için de Amerika Birleşik Devletleri'ndeki bir laboratuvara gönderileceğini kaydetti.
İki yıldır yürütülen kurtarma kazılarında yaklaşık 3 bin 600 yıl öncesine ait yerleşim alanı ile Urartu ve Bizans dönemlerine ait çok sayıda eser gün yüzüne çıkarılmıştı.



Abdullah Çelik - AA

29 Kasım 2019 Cuma

Bilim dünyasını heyecanlandıran keşif



Bilim dünyasını heyecanlandıran keşif



Dünyanın en büyük medeniyetlerinden biri olan Hitit İmparatorluğu’na başkentlik yapan en önemli askeri ve dini merkezlerinden birisi olan Şapinuva’da Hitit dönemine ait olduğu düşünülen insan kafatası ve uyluk kemiği (sol femur) bulundu.


Dünyanın en büyük medeniyetlerinden biri olan Hitit İmparatorluğu'na başkentlik yapan en önemli askeri ve dini merkezlerinden birisi olan Şapinuva'da Hitit dönemine ait olduğu düşünülen insan kafatası ve uyluk kemiği (sol femur) bulundu.

Hitit Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Şapinuva Kazı Başkanı Prof. Dr. Aygül Süel ve ekibi tarafından yapılan arkeolojik kazıda bulunan 3 bin 500 yıllık kafatası ve sol femur kemiği Hitit bilim dünyasına ışık tutacak nitelikte. Şapinuva Hitit çağına ait merkezlerin yanı sıra, Hattuşa ile birlikte Hitit Uygarlığının açığa çıkarılmış iki büyük şehrinden biri olurken, bugüne kadar yapılan kazı çalışmalarında Hitit Büyük Kral mezarı bulunamamıştı.

Şapinuva antik kenti Tepelerarası Bölgesinde yer alan Hitit dönemine ait atölyelerin yer aldığı alanda bulunan insan iskeletine ait kafatası ve sol uyluk kemiğinin bilim dünyasına Hititli insan tipolojisi ve anatomisi hakkında bilgiler sağlayacağı düşünülüyor.

Kazı ekibi ve Hitit Üniversitesi Antropoloji Bölümü öğretim üyeleri tarafından yapılan ön çalışmalar sonucunda kafatasının genç bir kadına ait olduğu tespit edilirken, antik DNA çalışmasıyla birlikte de Hititler'e ait olduğu düşünülen iskeletin genetiksel anlamda akrabalık ilişkilerinin ortaya çıkartılması planlanıyor.


“Bu buluntu Hitit bilimine ve Hitit dünyasına çok şey kazandırarak, yeni bilgiler sunacak”

Şapinuva Kazı Başkanı Prof. Dr. Aygül Süel, Şapinuva antik kentinde bulunan insan kafatasının Hitit bilimine ve Hitit dünyasına çok şey kazandırarak, yeni bilgiler sunacağını söyledi.

Çorum'un Ortaköy ilçesinde yer alan Şapinuva antik kentinin Hitit Devletine başkentlik yapmış şehirlerden bir tanesi olduğunu hatırlatan Prof. Dr. Aygül Süel, bu şehirde ekip olarak Tepelerarası ve Ağılönü mevkileri olmak üzere iki ayrı bölgede kazı çalışması yaptıklarını anımsattı.

Son 6 yıldır Tepelerarası bölgesinde atölyeler mahallesi olarak isimlendirilen alanda Hitit dünyası için çok önemli olan bulgulara rastladıklarını açıklayan Kazı Başkanı Prof. Dr. Süel, “Bu yıl Tepelerarası bölgesinde yürütülen kazı çalışmalarında çok önemli bir buluntuyla karşılaştık. Önemli bir keşif oldu. Atölyeler mahallesinin olduğu bölgede Hitit dönemine ait dolgu içerisinde insan kafatasına ve sol femur (uyluk) kemiğine rastladık. Bu çok önemli bulundu. Bulunan bu insan kafatası ve uyluk kemiği bize, Hitit bilimine ve Hitit dünyasına çok şey kazandıracak” dedi.

Şapinuva ve Hattuşa'nın Hititlere ait bugüne kadar açığa çıkarılan iki şehir olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Süel, “Diğer Hitit çağına ait olan merkezlerin dışında bu iki şehir büyük bir önem kazanmaktadır. Bu bakımdan bulunan iskelet, Hitit dünyası için yepyeni bilgiler sunacağı düşüncesindeyiz. Bugüne kadar Hititlere ait bir Kral mezarı, ona ait Hititli bir insan iskeleti bulunmamıştır. Dolaysıyla bulunan iskelete ait kafatası ve sol femur kemiği bize büyük bilgiler sağlayacak. Hitit dönemine ait olduğunu düşündüğümüz bu iskeletin üzerinde antropolojik incelemeler ve çalışmalar başladı. İnsan iskeletinde kafatası ve sol femur üzerinde yapılacak C-14 testi ile birlikte bulunan kafatası ve femur (uyluk) kemiğinin hangi döneme ait olduğu ortaya çıkacak. Ayrıca antik DNA çalışmaları da ırksal olarak akrabalık ilişkilerini ortaya koyacak. Hitit dönemi dolgusunda bulunduğu için çok önemli bir buluntu” ifadelerini kullandı.

Süel, Şapinuva kazı ekibi olarak, buluntu üzerinde Hitit Üniversitesi Antropoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Mustafa Tolga Çırak ve ekibiyle birlikte çalışma yapacaklarını sözlerine ekledi.


“Bu buluntunun Hititlerle ilgili bir çok soru işaretini ortadan kaldıracağını düşünüyoruz”

Şapinuva'da Prof. Dr. Aygül Süel başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarında bulunan insan kafatası ve sol femur kemiğinin kendilerini heyecanlandırdığını açıklayan Hitit Üniversitesi Antropoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Mustafa Tolga Çırak, “Bu buluntu, Hitit kafatası antropologlar için çok önemli. Çünkü Hititler ölülerini yakıyordu. Bu nedenle Hititlere ait çok fazla iskelet ele geçirilemedi. İskelet bulunamayınca Hititlerin Anadolu'ya nereden geldikleri, nereye gittikleri veya diğer topluluklarla akraba ilişkilerinin ortaya konması bilim dünyasında her zaman bir soru işaretiydi. Bizi çok heyecanlandıran bu keşifle birlikte bilim dünyasındaki soru işaretlerinin kaldırılabileceğini düşünüyoruz. Bizim için nadide bir buluntu” diye konuştu.

İskelet üzerinde yaptıkları ilk antropolojik değerlendirmelerde bireyin erişkin bir kadın olduğunu tespit ettiklerini anlatan Doç. Dr. Mustafa Tolga Çırak, “Kafatası parçalı bir şekilde şekilde ele geçmişti. Kafatasının yanında uyluk kemiği (sol femur) parça buluntular içerisinde yer alıyordu. Bunların antropolojik analizleri neticesinde C-14 ve antik DNA çalışmaları ile birlikte tam olarak bu iskeletinin yaşının tespit edilmesi mümkün olacak. Hititlerin kimlerle akraba olduğunu, nereden geldiği ve nereye gittiklerini antik DNA sonucunda ulaşabileceğimizi düşünüyoruz. Bu çalışmada bize de yer verdiği için Prof. Dr. Aygül Süel hocama da teşekkür ediyorum” şeklinde konuştu.
iha.com.tr

28 Kasım 2019 Perşembe

SÜMER UYGARLIĞINDA SWASTIKA SEMBOLÜ Samarra Kasesi, Uruk / M.Ö. 4000

Fotoğraf açıklaması yok.

SÜMER UYGARLIĞINDA SWASTIKA SEMBOLÜ
Samarra Kasesi, Uruk / M.Ö. 4000
Ernst Herzfeld tarafından 1911-1914 yılları arasında Samarra'da (Uruk) bulundu. 1930 yılında açıklandı.
Dış dairede 8 balık ve merkeze doğru iç kısımda dört kuş tarafından yakalanan dört balık mevcut. Altı sayısal sistemin kullanımı kaseyi çevreleyen çizgilerde görülebilir. Toplam 120 çizgi veya her biri 30 çizgi içeren dört çeyrek bölüm var. Merkezde ise Swastika (gamalı haç) sembolü net şekilde gözükmektedir.
Berlin'de Pergamon Müzesinde sergilenmektedir

Mezopotamya: İki Nehrin Arası



Mezopotamya: İki Nehrin Arası

Bu toprakların sakinleri astronomiden matematiğe ve mimariye kadar birçok farklı alanda çok sayıda keşfe ve gelişime imza attı.

Mezopotamya, günümüzde Irak’ın tümü, Suriye’nin doğusu, Türkiye’nin güneydoğusu, Batı İran’ın ve Kuveyt’in ise bir kısmını kapsayan geniş alanı ifade ediyor. Kökeni Antik Yunanca olan Mezopotamya kelimesi “iki nehrin arasındaki toprak” anlamına geliyor; burada bahsedilen nehirler her ikisi de Türkiye’nin doğusundan çıkıp Basra Körfezi’ne dökülen Fırat ve Dicle.
En eski yazı sisteminin yanı sıra dünyanın en eski şehirlerinden bazıları da Mezopotamya’da kurulmuştu. Bu toprakların sakinleri astronomiden matematiğe ve mimariye kadar birçok farklı alanda çok sayıda keşfe ve gelişime imza attı. Sümerler, Asurlar ve Babilller de dahil birçok kültür ve imparatorluğa ev sahipliği yapan bu topraklarda kentsel savaşlara dair erken kanıtlara da rastlanıyor.
Mezopotamya kentleri
Arkeolojik çalışmalar Mezopotamya’da Uruk, Eridu ve Hamoukar gibi çok sayıda kentin doğup geliştiğini gösteriyor. Columbia Üniversitesi’nden antik yakındoğu sanatı ve arkeolojisi profesörü Zainab Bahrani’nin belirttiğine göre, bir antik Babil efsanesinde bu kentlerden biri olan Eridu’nun dünyanın en eski kenti olduğundan ve tanrılar tarafından yaratıldığından; daha hiçbir kent yokken hatta hiçbir canlı yeryüzüne ayak basmamışken Eridu’nun var olduğundan bahsediliyor.
Babiller için Eridu’du dünyadaki ilk kent iken günümüz arkeologları için durum böyle değil. 20. yüzyılın ortalarında kazılan alanda bulunan en eski eser ve yapılar yaklaşık 7.300 yıl öncesi tarihleniyor.
Mezopotamya’daki Uruk gibi diğer kentler de aşağı yukarı aynı döneme denk geliyor. Çatalhöyük ve Batı Şeria’da yer alan Eriha gibi Mezopotamya dışındaki kentler daha da eskiye, yaklaşık 9.500 yıl öncesine tarihleniyor.



Çivi yazısının doğduğu topraklar
Mezopotamya birçok araştırmacının dünyanın en eski yazı sistemi olduğuna inandığı, günümüzden 5.200’ü aşkın yıl öncesine dayanan çivi yazısının da doğduğu toprak. Kil tabletler üzerine kazınan ve çiviye benzemesinden dolayı günümüz araştırmacıları tarafından “çivi yazısı” olarak adlandırılan bu yazı sistemi Sümerce, Asurca ve Babilce gibi pek çok dilde kullanılmış.
Mezopotamya halkı bu yazı sistemini kullanarak çok çeşitli konular kaleme almış. Bu konular arasından dünyanın en eski edebi eseri sayılan Gılgamış Destanı’nın yanı sıra din, ticaret, bilim, hukuk ve hatta antik bilmeceler de dahil birçok yazı yer alıyor.
Çivi yazısının üzerinde semboller olan ve bazen resimli kil toplara sarılmış toprak jetonlardan türemiş olabileceği düşünülüyor. Kil toplar içerisindeki jetonların ne anlama geldiğini bulmaya yönelik araştırmalar devam ediyor.
Mezopotamya’da bilim ve matematik
Mezopotamya birçok bilimsel ve matematiksel keşfe de beşiklik etmiş bir yer. Trigonometriye dair en eski kanıtlara 3.700 yıllık bir Babil tabletinde rastlanıyor. Geçtiğimiz tarihlerde yapılan araştırmalar antik Babillerin kalkülüsün ilkel bir formunu keşfettiğini ve bunu Jüpiter’in hareketlerini takip etmede kullandığını gösteriyor.
Mezopotamya halkının temellerini attığı takvim ve zaman kaydetme gibi matematiksel ve astronomik keşifler bugün hala kullanılmaya devam ediyor.     



Mezopotamya mimarisi
Mezopotamya halkı mimari, mühendislik ve inşada da maharetliydi. Ekinleri sulamak için inşa ettikleri durmadan değişen kompleks kanal sistemleri ve su setleri yağış almayan yerlerde bile bereketli hasatlar yapılmasını sağlıyordu. Bu sulama sistemleri, çoğu zaman tarıma elveriş sağlayacak yeterlilikte yağış almayan Güney Mezopotamya için özellikle önemliydi.
Mezopotamya mimarisinin etkileyici bir diğer başarısı da bölge kentlerinin ufkunu bezeyen piramit benzeri dini yapılar olan zigguratlardı. Mimari ve ritüelistik bir perspektiften değerlendirildiğinde, bir ziggurata tırmanma deneyimi belirli yerlerde durulup dönüldüğü, hürmetkarca yukarı tırmanıldığı törensel bir hareketti.
Yaklaşık 2.500 yıl önce Babil kralı II. Nebukadnezar tarafından Tanrı Marduk’a ithafen inşa ettirilen zigguratın Eski Ahit’teki Babil Kulesi olayına ilham vermiş olabileceği düşünülüyor.
Babil kentine giriş sağlayan sekiz kapıdan biri olan İştar Kapısı modern araştırmacılar tarafından mimari bir şaheser olduğu düşünülen bir diğer Mezopotamya yapısı. Marduk zigguratı gibi II. Nebukadnezar tarafından inşa ettirilen bu yapı üzeri sıra halinde duran boğa ve ejder imgeleriyle bezenmiş sırlı mavi tuğlalarla döşeli.
Mezopotamya’daki bir diğer mimari başarı birçok antik yazar tarafından dünya harikası olarak atfedilen Babil’in Asma Bahçeleri. Yunan filozof Strabon (MÖ 63-MS 24 dolayları) bahçelerde asılı kemer ve merdivenlerin arasında birçok bitki ve ağacın yetiştiğinden ve pompalama sistemiyle suyun yukarılara çıkartılıp bahçelerin sulandığından bahsediyor.
Arkeologlar bugüne kadar herhangi bir kalıntıya rastlamadığından, bahçelerin gerçekten var olup olmadığı tartışılmaya devam ediyor. Konuya dair ortaya atılan iddialardan biri de bahçelerin gerçekte var olduğu ancak sanıldığı gibi Babil de değil Ninova’da yer aldığı yönünde.
En etkili kültürler
Tarih boyunca Mezopotamya’da birçok farklı halk, kültür, medeniyet ve imparatorluk doğup gelişmiş. Bunlardan biri de yaptıkları keşifler ve geliştirdikleri teknolojiler geçmişten bugüne dünyamızı şekillendiren Sümerler. MÖ 4. binyılda ortaya çıkıp yayılan Sümerler her ne kadar güçlü bir devlet kurmuşlarsa da politik olarak yekparelikten uzaktı.
Çokça bilinen bir diğer Mezopotamya halkı ise Asurlardı. Antik dönemlerde Orta Doğu’nun büyük bölümü boyunca uzanan bir imparatorluk inşa eden bu halk Asur, Ninova ve Nimrud da dahil birçok kent kurmuştu. Günümüz Asurları bugün hala Irak ve Suriye’de yaşamaya devam ediyor.
Mezopotamya’da doğup gelişen halklar arasında Babiller de bulunuyor. Yaklaşık 2.500 yıl önce en güçlü dönemlerinde Basra Körfezi’nden Mısır sınırlarına kadar uzanan devasa bir imparatorluk kuran Babiller matematik ve astronomide de çığır açan keşifler yapmıştı.

Live Science. Owen Jarus. 19 Kasım 2019.

Diyarbakır'da 3 bin yıllık "Asur mührü" bulundu

Diyarbakırda 3 bin yıllık "Asur mührü" bulundu

                                                  [Fotoğraf: AA]       

Diyarbakır'da 3 bin yıllık "Asur mührü" bulundu


Diyarbakır'ın Çınar ilçesi yakınlarındaki Zerzevan Kalesi'nde yürütülen kazılarda, Asur dönemine ait 3 bin yıllık mühür ortaya çıkarıldı.

Diyarbakır'ın Çınar ilçesine 13 kilometre uzaktaki Demirölçek Mahallesi yakınlarında bulunan, Roma İmparatorluğu döneminde "askeri yerleşim" olarak kullanılan Zerzevan Kalesi'nde, Kültür ve Turizm Bakanlığı koordinesinde başlatılan kazılar 5 yıldır devam ediyor.
Kazılar, Türkiye İş Kurumu, Valilik, Diyarbakır Müzesi, Büyükşehir Belediyesi, Çınar Kaymakamlığı, Türkiye Seyahat Acentaları Birliği, Dicle Üniversitesi, Karacadağ Kalkınma Ajansı ve Safir Tuz'un desteğiyle yürütülüyor.
Fotoğraf: AA
[Fotoğraf: AA]
Konutlar, depolar, sığınaklar, kaya mezarları...
Toplam 60 dönümde 12-15 metre yüksekliğinde ve bin 200 metre uzunluğunda sur kalıntısı, 21 metre yüksekliğinde gözetleme ve savunma kulesi, kilise, yönetim binası, konutlar, tahıl ve silah depoları, yer altı ibadethanesi, sığınaklar, kaya mezarları, su kanalları ile 54 su sarnıcı bulunan kale, tarihe ışık tutuyor.
Bu yıl sürdürülen çalışmalarda, Roma dönemine ait bin 700 yıllık ve Mithras dinine ait yer altı tapınağının yakınındaki bölgede, 4 metre derinlikte, Asur dönemine ait olduğu tespit edilen 3 bin yıllık mühür bulundu.
Fotoğraf: AA
[Fotoğraf: AA]
"Hem bölgenin hem de Diyarbakır'ın tarihini değiştirdi"
Zerzevan Kalesi Kazı Heyeti Başkanı Doç. Dr. Aytaç Coşkun, buradaki çalışmaların bölgenin tarihinin aydınlatılması açısından önemli olduğunu söyledi.
Kalenin aynı zamanda önemli bir turizm rotası olduğunu belirten Coşkun, geçen yıl kaleyi 352 bin kişinin ziyaret ettiğini, bu senenin 9 ayında sayının 340 bin olduğunu belirtti. Coşkun, yıl sonuna kadar ziyaretçi sayısının 500 bin, gelecek sene ise 1 milyona ulaşmasını hedeflediklerini açıkladı.
Fotoğraf: AA
[Fotoğraf: AA]
Zerzevan Kalesi'nin bin 800 yıllık bir askeri yerleşim olarak bilindiğini anlatan Coşkun, "Bundan öncesi yoktu. Ancak bu yıl yapılan çalışmalarda çok önemli buluntu grubuna rastladık. Bunlardan en önemlisi, 3 bin yıllık Asur mührü bulduk. Kale Roma dönemine ait ancak Asur dönemine ait bulguların çıkması Zerzevan Kalesi'nin tarihini bin 200 yıl geriye götürdü. Hem bölgenin hem de Diyarbakır'ın tarihini değiştirdi" dedi.
"Kutsal bir anlamı var"
Coşkun, mührün, üzerindeki figürlerden dolayı başka bir örneğinin olamayacağını vurgulayarak, şöyle konuştu:
"Mührün kil bir baskısı var. Mühür kloritten yapılmış. Üzerinde tanrı figürü var. Tanrının karşısında bir hayat ağacı bulunuyor. Tanrının arkasında ise bir kuş var. Mührün üzerindeki tanrı figürü, elindeki kozalak ve kovadaki kutsal suyla hayat ağacına can veriyor. Üst kısmında ise güneş ışınları var. Güneş ışınlarının olması ve tanrının başının gökyüzüne kadar uzanmasının kutsal bir anlamı var. Bu nedenle bu mühür önemli."
Fotoğraf: AA
[Fotoğraf: AA]
Mührün içinde ip geçecek bir delik olmasının, kullanan kişinin bunu boynuna astığını gösterdiğini belirten Coşkun, o dönemde mektup, tablet, belge ve eşya gönderilirken kilin onun üstüne bastırılarak mühürlendiğini anlattı.
"Mühürlenen eşya ulaştığı yerde açılmıyor ve kimin tarafından gönderildiği belli oluyor. Aitlik belirtmesi ve kişiye özel olmasından dolayı, bunu kullananın çok özel bir kişi olduğunu gösteriyor. Belki Asur döneminde de burada bir kale yerleşimi vardır. Belki de buranın en üst düzey yöneticisi ve generali Asur döneminde bu mührü kullanıyordu. Mühürle beraber birçok bronz eser de ortaya çıkarıldı. Asur döneminin Zerzevan Kalesi'nde olduğunu bu eserler göstermiş oldu. Artık Zerzevan'da 3 bin yıllık Asur yerleşiminin olduğunu söyleyebiliriz."
Fotoğraf: AA
[Fotoğraf: AA]
Zerzevan Kalesi
Askeri yerleşim antik yol güzergahında, 124 metre yükseklikte kayalık tepede bulunan Zerzevan Kalesi, Amida ile Dara arasında stratejik bir noktada yer alıyor.
Yerleşim konumu itibarıyla bütün vadiye hakim, antik ticaret yolu üzerinde, geniş bir alanı kontrol altında tutan, Roma sınır garnizonu olan kale, Romalılar ve Sasaniler arasında büyük mücadelelere sahne oldu.
Roma'daki ismi "Samachi" olan yerleşimin ilk inşa edildiği dönem hakkında, devam eden kazılarla kesin bilgilere ulaşılacak. Yerleşimin surları ve yapıları Anastasios I (MS 491-518) ve Justinianos I (MS 527-565) dönemlerinde onarılarak bazıları ise yeniden inşa edilerek mevcut haline getirildi.
Kaynak: AA 

26 Kasım 2019 Salı

Güneydoğu’nun altı "Göbeklitepe" dolu

Güneydoğu’nun altı "Göbeklitepe" dolu







Güneydoğu’nun altı "Göbeklitepe" dolu


Karahan Tepe’de, Göbeklitepe’deki dikilitaşlara benzer 250’den fazla, Harbetsuvan’da ise 30 civarında dikilitaş tespit edildi

Göbeklitepe’nin keşfi dünya tarihi açısından bilinen pek çok gerçeği değiştirdi. Yaklaşık 12 bin yıl önce inşa edildiği çağın beklenenden çok ötesinde olan T şeklindeki dikilitaşlar ve üzerlerindeki benzersiz rölyefler dünya genelinde ilgiyi bölgeye çekti.
Ancak Urfa’da Karahan Tepe ve Harbetsuvan Tepesi olarak adlandırılan bölgelerdeki keşifler, Göbeklitepe’nin tek olmadığını ortaya koydu.
Karahan Tepe’de, Göbeklitepe’deki dikilitaşlara benzer 250’den fazla, Harbetsuvan’da ise 30 civarında dikilitaş tespit edildi.
DW Türkçe’den Başak Sezen’in haberine göre, Karahan Tepe’de tıpkı Göbeklitepe’de olduğu gibi her yapıda 12 taş, duvarda ve iki tane de merkezde bulunuyor.
İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Karahan Tepe Kazı Başkanı Prof. Dr. Necmi Karul, "Çıkarılan dikilitaşların bazılarının üzerinde kabartma hayvan betimleri var. Bunların üzerinde tilki ve yılanlara rastladık. Bu hayvanlar da birebir Göbeklitepe‘deki sembolik dünya ile örtüşüyor" diyor.
Kazı işlemlerinin birkaç 10 yıl sürmesi beklenen Karahan Tepe, Tektek Dağları Milli Parkı içerisinde yer alıyor.
Prof. Dr. Karul, "Biz oradaki projeyi Milli Park ile entegre bir şekilde düşünüyoruz. Koruma altındaki hayvan ve bitki türleri açısından düşündüğümüzde Karahan Tepe'deki o türlerin zaman içerisinde, 12 bin yıl öncesine giden yolculuğunu bize anlatacak bir yer" diyerek, projenin sadece arkeolojik bir yönü olmadığını aynı zamanda Milli Park ile entegre bir çevre boyutu olduğunu da belirtiyor.
‘GÖBEKLİTEPE'Yİ ANLAMAYA YARDIMCI OLACAK’
Harran Ovası'nın etrafında, Göbeklitepe ile çağdaş, benzeri özelliklere sahip çok sayıda yerleşim yeri biliniyor. Diğerlerinin boyutları Karahan Tepe ve Göbeklitepe kadar büyük değil.
Ama yine de yüzeydeki dikilitaşlar ve rastlanılan çakmak taşı aletlere bakınca tamamen aynı kültürel süreci yansıttıklarını kaydeden Prof. Dr. Karul, "Karahan Tepe’yi kazmaktaki maksatlarımızdan birincisi, Göbeklittepe'yi anlamak. Göbeklitepe’yi anlamanın birinci yolu Göbeklitepe'den geçmiyor. Başka yerlerden karşılaştırma yapmak, bu konuda bize büyük bir avantaj sağlayacak" şeklinde konuşuyor.
Çoğu arkeolog ya da araştırmacı, Göbeklitepe’de bulunan yapıları tapınak olarak adlandırıyor. Ancak Prof. Dr. Karul, bu konuda farklı bir bakış açısına sahip.
Yapıların birbirine benziyor olmasının bunlara tapınak denmesine olanak sağladığını kaydeden Prof. Dr. Karul, "Ama diğer taraftan bu yapıların içerisinde nasıl bir ritüelin gerçekleştiğini bilmediğimiz sürece de bunlara tapınak dememiz o kadar güç. Yani mimari benzerliklerden yola çıkarsak tapınak diyebiliriz ama içerisinde gerçekleştirilen ritüelin bir tapınma mı, yoksa bir tören mi, ne olduğunu bilmeden bunlara tapınak demek biraz zor. Bu nedenle de ben özel yapı demeyi tercih ediyorum" diyor.
KARAHAN TEPE'DEN HARBETSUVAN TEPESİ'NE Mİ TAŞINDILAR?
Bir diğer kazı alanı Harbetsuvan Tepesi'ndeki kazı çalışmalarına bilimsel danışmanlık yapan Iğdır Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Bahattin Çelik, "Harbetsuvan Tepesi de Göbeklitepe’ye benzer özellikle taşıyor. İçinde T şeklinde dikilitaşlar var. MÖ. 8800-8700'‘lü yıllara ait" bilgisini verdi.
Harbetsuvan Tepesi’nin Karahan Tepe’nin bir uydu yerleşimi olduğunu söyleyen Çelik, "Göbeklitepe, Karahan Tepe ile aynı büyüklükte. Harbetsuvan, Karahan Tepe’nin 6 kilometre güneybatısında bulunuyor. Karahan Tepe aşağı yukarı 110 dekarlık, Harbetsuvan Tepesi yaklaşık 6 dekarlık bir alana sahip. Karahan Tepe’ye yakın olduğu için muhtemelen Harbetsuvan Tepesi’ndeki insanlar Neolitik dönemde Karahan Tepe’den ayrılıp Harbetsuvan Tepesi’ni kurmuş diye düşünüyoruz" ifadelerini kullandı.
NEOLİTİK SOĞUK HAVA DEPOLARI
Prof. Dr. Çelik Göbeklitepe’yi de ilgilendiren önemli bir keşfe imza attı. Ona göre, hem Göbeklitepe, hem Karahan Tepe, hem de Harbetsuvan Tepesi etrafında yoğun miktarda tuzak alanları bulunuyor.
Prof. Dr. Çelik, "Yabani hayvanları avlamak için etrafını taşla ördükleri 30-40 dekarlık tuzak alanları tespit ettik. Bu tuzak alanlarında yabani hayvanları avladıktan sonra belki bunları aynı anda tüketemiyorlardı, bunları tütsülüyor veya tuzluyorlardı. Bu tür tapınak, dini yapı, kült yapı diye düşündüğümüz yerlere bunları stokluyorlardı diye düşünüyoruz" şeklinde konuşuyor.
Bu görüşünü ise Suriye’de 30 yıl önce bulunan bazı Neolitik yerleşimlerde hayvanların tuzlanarak depolandıkları yerlerle benzerliğine bağlıyor.
Prof. Dr. Çelik'e göre, Harbetsuvan Tepesi’nde örneğin hayvanlar içeri girip etleri almasın diye depolama ve güvenlik amaçlı yapılmış yapılar bulunuyor.
KASTEN GÖMÜLDÜLER
Harbetsuvan Tepe’nin de tıpkı Karahan Tepe ya da Göbeklitepe gibi terk edilmeden önce kasten gömüldüğü düşünülüyor. Bir daha geldiklerinde içini açıp tekrar kullanabilsinler diye ancak bir daha gelmiyorlar. Prof. Dr. Çelik’e göre, muhtemelen yabani hayvan oranlarında azalma olduğu için bu bölgeleri terk ettiler ve daha sonra nehir kenarlarına yerleştiler.
Prof. Dr. Necmi Karul da keşfedilen yerleşim yerlerinin kasten gömüldüğü görüşünde. Prof. Dr. Karul, "Bu işlemin de bir ritüel olduğunu düşünüyorum. Yani yapıların içi boşaltılmış, ardından temiz, içerisindeki küçük taşları ve siteleri toprak olan, bir toprakla örtülmüş. Karahan Tepe örneğinde bu tür bir dolgunun üzerine büyük yaslı taşlarla yapıların en üst seviyesinde kapatıldığını görüyoruz. Dolayısıyla gömme işlemi var ve bu ritüelin bir parçası" bilgisini veriyor.
PEKİ, BU İNSANLAR KİMDİ?
Prof. Dr. Çelik, bu insanların Natufyan dönemi olarak adlandırılan İsrail ve çevresinden yani Levant Bölgesi'nden gelen bir kültüre mensup olduklarını düşünüyor:
"Neolitik dönemden hemen önce, günümüzden 12-13 bin yıl önce ortaya çıkıyor; ilk kez orda görüyoruz daha sonra bu bölgelere yayılıyor. Levant Bölgesi’nden gelen bir kültür bu. Tapınak yapma geleneği değil de tuzak alanları, yabani hayvanları avlama geleneği Levant kültüründen gelen bir kültür. Ama buraya geldiklerinde taşlarla tuzak alanının etrafını örme tekniklerini çok iyi öğreniyorlar. Bu öğrenmeden mütevellit mimariyi taşlarla yapmak, T şeklinde dikilitaşlar olsun onlar için daha kolay hale geliyor."
Ancak Göbeklitepe, Karahan Tepe ve Harbetsuvan Tepesi, bölgede keşfedilen tek yerler değil. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin toprakları bu tarzda sayısız hazine saklıyor. Prof. Dr. Çelik, "Mardin'de de aynı Harbetsuvan Tepesi, Karahan Tepe, Göbeklitepe gibi bir alan bulundu. Siirt’te bulundu, Batman’da bulundu. Adıyaman’da T şeklinde bir dikilitaş var şu anda Adıyaman Müzesi’nde. Gaziantep’te bir heykel bulduk. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bu Neolitik dönemde inanılmaz bir moda gelişiyor, Göbeklitepe benzeri yerler yapılmaya başlanıyor" diyor.
ŞANLIURFA MÜZESİ'NE ÇOK SAYIDA TARİHİ ESER ULAŞTI
Bölgede bulunan tarihi eserler Şanlıurfa Müzesi'nde toplanıyor ya da sergileniyor. Şanlıurfa Müze Müdürü Celal Uludağ yapılan kazı çalışmaları sonucu müzeye, Göbeklitepe ile çağdaş insan heykelleri, hayvan heykelleri ve figürinler ulaştığını belirtti.
Şanlıurfa sınırları içerisinde özellikle bu şekilde Neolitik döneme tarihlenen 10 tane kutsal alan olduğunu kaydeden Uludağ, "Şanlıurfa’nın Neolitik dönemde de bir inanç merkezi olduğunu, özel seçilmiş bir alan olduğunu söyleyebiliriz. Zaten bu bölge Mezopotamya, bereketli topraklar olduğu için dönem insanı bu alanda yerleşmeyi, bu alanda mimari kurmayı tercih etmiş” dedi. Şu ana dek Göbeklitepe'yi 500 bin kişinin ziyaret ettiğini kaydeden Uludağ, yapılan çalışmalar ve UNESCO süreciyle birlikte bölgenin bilinirliğinin daha da artacağını ifade etti.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin hazineleri her geçen gün insanlık tarihine dair bilinenlere yenilerini ekliyor. Kazılar tamamlandığında belki de tarihe dair sorulara tüm yanıtlar bu topraklardan çıkmış olacak.
Kaynak:Deutsche Welle Türkçe
Güncelleme Tarihi: 25 Kasım 2019, 19:10

23 Kasım 2019 Cumartesi

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

Maratradazlar, Arsacid Parthian Hanedanı'nın
Mithradates II. Büyük Mithradates (MÖ 123 - M.Ö. 88). Greko-Makedonlardan kurtuluştan sonra Pers İmparatorluğunu yeniden icat etme çabaları inkar edilemez. Bu resimde, sanatçının heykelini yapması için Mehrdad (Mithradates) pozunun (Alexander Style) olduğunu görüyoruz! Bu heykelle ilgili bir hikaye var ve şöyle devam ediyor: Partian mahkemesinde, Partian soylu Mehrdad'a sordu:
Noblemen: Neden Makedonyalı Alexandar olarak poz verdiniz?
Mehrdad: Bu dünyaya yapılan bir ifadedir. Noblemen: Bu ifade ne anlama geliyor? Mehrdad: Bu ifade, dünya için bir hatırlatma. Persia'yı fethetmek kolaydır, ancak yönetmesi ve saklaması zordur! Alexandar, Seleukos ve Greko-Makedonlar ülkemizi dolaştı, Persepolis'i yaktı ve bir süre bizi köleleştirdi.

22 Kasım 2019 Cuma

Sanskrit yazısı nedir. Etimolojisi

Görüntünün olası içeriği: yazı

Sanskrit yazısı nedir.
Etimolojisi
Sanskrit, sözcük olarak cilalanmış, düzenlenmiş,kusursuzlaştırılmış manalarını taşımaktadır.
Tarihçe
Tarihçiler Sanskrit'i ilk konuşanların Hindistan, Hazar Denizi ve Ortadoğu'ya kadar yayılan çok geniş bir topluluk olduğunu öne sürer; bazıları da bu dilin hiçbir zaman dini ve ilmi çevre sınırlarını aşıp halk tarafından kullanılmadığını iddia etmektedirler.
Sanskrit'i konuşanların ilk vatanları Pencap(Yukarı İndus Vadisi)tır. Burada Sanskrit'in en eski şekli olan Veda lisanı ortaya çıkmıştır. M.Ö. 2. bin yılın ilk yarısına tekabül eden dönemde, Veda dili gelişmiş, esneklik kazanmıştır. M.Ö. 1. bin yılda, Ganj Vadisine kadar yayılan Hint- Aritopluluğu bu lisanı iyice benimsemiş ve daha sonra da Prakrit denilen dil ortaya çıkmıştır. Bu arada komşu kültürlerden birçok sözcük ve kullanılış şekli de Sanskrit'e karışmıştır.
İlk gramer çalışmalarını ise M.Ö. 5. yüzyılın edip ve bilginleri yapmıştır. Araştırmacılar, Sanskrit'i hakiki zenginliğine kavuşturanların Panini adlı edebiyat bilgininin başını çektiği bir grup olduğunda ittifak halindedirler. Ancak Panini'nin kurduğu gramer kuralları o devirde halkın hemen hemen tamamının konuştuğu Sanskrit'in Veda ve Prakit kollarından birçok yerde ayrılan bir Sanskrit'ti.
Sanskrit'in yayılması
Devrin aydınları önlerine çıkan bu intizamlı lisânı memnuniyetle kabullenmişlerdir. Buna rağmen halk hiçbir zaman Panini'nin gramerini benimsememiştir. Sanskrit'in asıl olarak ehemmiyet kazanması Hint kutsal metinlerinin yazılmasıyla başlar. Genellikle Devanagari harfleriyle yazılan bu metinlerin Brahmi ve Haroşti harfleriyle yazılmış olanları da vardır. Ancak hepsinde de dil olarak Sanskrit kullanılmıştır.
Sanskrit dili, yapı bakımından hem çekime hem de eklemelere imkân tanıyan bir dildir. Birçok dilden farklı olarak sözcüklerin birbirlerine defalarca eklenmeleri mümkündür. Bu dilde sözcük kombinasyonları sonsuzdur. A sözcüğü, B sözcüğü ve C sözcüğüyle ABC, AABC, BCA vb. şeklinde türetilebilecek yüzbinlerce sözcük vardır ve hepsinin manaları birbirinden farklıdır. Bu yüzden Sanskrit, sözcük bakımından yeryüzünün en zengin birkaç dilinden biridir.
Benzer diller
Veda, Prakrit ve Sanskrit'in diğer lehçeleri yapı olarak %90 oranında gramer ve kelime hazînesi olarak en çok Avesta Eski Farsça ve Medce olan en eski belgeli İrani dillere, sonra da Eski Yunanca ve Latinceye çok benzemektedirler. Bu benzerlik kelimelerde görüldüğü gibi sıfat, fiil, zamirlerde de mevcuttur. Yine çoğullandırma, cisimlerin tasnifi (dişil, eril, nötr); nominatiflik, akuzatiflik, vokatiflikte, yardımcı fiillerde (pasif, aktif, kozatif, desideratif) ve zamanlarda da çok büyük bir paralellik görülmektedir.
Sanskrit'in en son halinde 15'i ünlü, 37'si ünsüz olmak üzere toplam 52 harf vardır. Bunlar da kendi aralarında genizden çıkma, bükümlü gibi bölümlere ayrılmaktadırlar.
Günümüzde halk tarafından kullanılmayan Sanskrit'i bilenler, bu dilden Hint tarih ve dinini araştırma alanında faydalanmaktadırlar.

Kerkenes'te tahminen 3 bin yıllık kurt figürü bulundu

Kerkenes'te tahminen 3 bin yıllık kurt figürü bulundu

Kerkenes'te tahminen 3 bin yıllık kurt figürü bulundu

Daha önce Frig kültürüyle ilişkili buluntulara rastlanan Kerkenes arkeoloji kazısında bu sene Demir Çağı'na ait olduğu tahmin edilen kurt figürü bulundu. Bulunan kurt betimlemesi Yakın Doğu'da ve Önasya'da rastlanan kurt figürlerinden farklı.
İHA'nın haberine göre Yozgat'ın Sorgun ilçesinde Kerkenes arkeolojik alanında Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi (AGÜ) tarafından yürütülen 2017 yılı arkeoloji çalışmaları mayıs ayında başladı ve temmuz ortasına kadar devam etti.
AGÜ Mimarlık Bölüm Başkanı Doç. Dr. Burak Asiliskender, arkeoloji kazısında bu yıl yeni bir açma ile devam ettiklerini ifade etti.
Yeni açma alanı ile sarayın etrafının daha fazla genişletildiğini ve daha fazla buluntuya ulaştıklarını kaydeden Doç. Dr. Burak Asiliskender, özellikle kurt figürünün döneme dair yeni ipuçlarına ulaşılmasını sağladığını dile getirdi.
YENİ BULGULAR YENİ İPUÇLARI VERİYOR
Kazılarda bulunan kurt figürünün Yakın Doğu ve Önasya'da rastlanan bir figür olmamasından dolayı önem taşıdığına işaret eden AGÜ Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nilüfer Baturayoğlu Yöney "Hem Mezopotamya ve İran kültürleriyle hem de Orta ve Batı Anadolu ile ilişkisi olduğunu düşündüğümüz Kerkenes'de şimdiye kadar, Ankara'nın daha batısında Eskişehir'de bulunan Frig kültürüyle ilişkili buluntulara rastladık. Bu, bize bölgedeki kültürel ve ticari ilişkiler konusunda fikir veriyor. Ancak bu yılki kazılarda farklı fikirler veren değişik buluntulara da ulaştık. Bu buluntuların arasında en öne çıkan da kurt figürü. Aslında betimlenen, Yakın Doğu'da ve Önasya'da rastlanan bir kurt değil. Bize de o nedenle ilginç geldi. Bunun dışında geyikler, yaban keçileri gibi figürlere de rastladık. Ayrıca oyuncak, maket ya da bir bezeme dizisinin parçaları olduğunu düşündüğümüz çeşitli mimari detayları betimleyen parçalara da ulaştık" dedi.
HATTUŞAŞ'TAN DAHA BÜYÜK BİR YERLEŞİM ALANI
Kerkenes'in yerleşim alanı olarak Orta Anadolu'da bilinen en büyük sit alanı olduğuna işaret eden Doç. Dr. Nilüfer Baturayoğlu Yöney, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Kerkenes'in yüzey alanı Hitit başkenti Hattuşa'dan büyük. Üstelik, şehir merkezinin dışında yerleşim alanı olmadığını bildiğimiz Hattuşa'dan farklı olarak, buranın dış alanının yaklaşık 1 buçuk kilometreye 2 buçuk kilometre eninde olduğunu ve tamamen dolu olduğunu biliyoruz. Tamamen dolu olması sokaklarla birbirinden ayrılmış, konut yapıları ve bunların içinde insanların ve hayvanların yaşadığı yerleri ifade ediyor ve burada ciddi bir nüfus olduğunu düşünüyoruz.
Bu kadar büyük bir nüfusu beslemek için hem çevresinde tarım ve orman alanları hem de hayvancılık gibi yiyecek üretimine dönük sistemlerin olması gerekiyor. Yapının en önemli özelliği de bu zaten. Ancak yerleşimin çok kısa olduğunu biliyoruz, belki 80-100 yıl ya da 3 veya 4 nesil kadar Bu da siti farklı kılıyor. Altta başka bir yapı katmanı yok. Sadece aynı yapının kendi içinde değişmiş olduğunu görüyoruz. Ancak erozyon ve yangın nedeniyle yapılar hakkında üçüncü boyut bilgimiz, dolayısıyla elimizde sergileyecek malzememiz yok. Çünkü yapılar genelde temel ya da taban seviyesine kadar korunmuş durumda. Üst yapının da savaş ya da yağma ile yok edildiğini düşünüyoruz çünkü yapıların genelde bilinçli olarak yakıldığını ve yıkıldığını izledik" ifadelerini kullandı.
DENEYSEL KAZI ALANI VE ZİYARETÇİ EVİ İÇİN ÇALIŞMA YAPILACAK
Söz konusu nedenlerle yapının üçüncü boyutuna dair bilgi olmadığı için Kerkenes'de deneysel bir arkeoloji alanı oluşturulacağını kaydeden Doç. Dr. Nilüfer Baturayoğlu Yöney, ayrıca kazı alanının çok ulaşılabilir yol üzerinde olmaması ve neler yapıldığının takip edilememesinden dolayı, Sorgun'un yakın komşusu olan Şahmuratlı köyünün merkezinde bir ziyaretçi merkezi yapılacağını da sözlerine ekledi.
KERKENES KAZISI HAKKINDA
Yozgat ile Sorgun arasında kalan Kerkenes Vadisi'nde, 1993 yılında The Oriental Institute of the University of Chicago'nun, ODTÜ ile başlattığı kazılardır. Erozyon ve yangın nedeniyle üçüncü boyuta dair çok fazla bilgiye ulaşılamayan Kerkenes kazı alanının Demir Çağından kaldığı düşünülmektedir. Eldeki buluntulara göre burada bir saray ve çevresinde yerleşim alanları olduğu bilgisine ulaşılmıştır. Kazıyı, iki yıl önce AGÜ Mimarlık Fakültesi devralmıştır.

Nuh Tufanı, Gılgamış Destanı ndan..

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi
"Elime geçen her şeyi içine yükledim.
Elime geçen her gümüşü içine yükledim.
Elime geçen her altını içine yükledim.
Bütün soyumu, sopumu ve kavmimi gemiye bindirdim.
Yazının yabanıl, yazının evcil hayvanlarını ve bütün ustaları gemiye aldım.
Şamaş, bana bir süre verdi:
bulutları güden, akşamleyin
bir buğday yağmuru yağdıracak diye.
O zaman gemiye bin ve kapını (lumbar ağzı) kapa diye.
Bu süre yaklaştı:
bulutları güden, akşamleyin buğday yağmurunu
yağdırıyordu.
Ben havanın yüzüne baktım.
Hava, bakılmayacak kadar korkunçtu.
Ben geminin içine bindim ve kapımı kapadım. Gemici
Pusur-Amurri’ye, gemiyi yaptığından dolayı, sarayı her şeyiyle teslim ettim.
Artık gökten kara bulutlar yükseldi.
Bulutların içinde Adad gürledi.
Şullat ve Haniş , tanrıların kafilesini çekiyorlardı.
Saray uluları, bunların peşi sıra dağları ve ovaları aşıyorlardı."...
Nuh Tufanı, Gılgamış Destanı ndan..

20 Kasım 2019 Çarşamba

İran Türkleri (Güney Azerbaycan, Güney Türkmenistan, Kaşgay ve diğerleri)

Fotoğraf açıklaması yok.

İran Türkleri (Güney Azerbaycan, Güney Türkmenistan, Kaşgay ve diğerleri) Türkiye’den sonra en kalabalık Türk nüfusuna sahiptir. Bu yüzden Türk Dünyasının çok önemli coğrafyasıdır. Bu yüzden İran ile ve özellikle İran Türkleri ile yakından ilgilenmemiz gerek.

19 Kasım 2019 Salı

Fotoğraf açıklaması yok.

Görüntünün olası içeriği: yiyecek

Görüntünün olası içeriği: yiyecek

Asur hiyeroglif yazıtı ile damgalanan Esarhaddon tarafından Babil’in restorasyonunu tarif eden çivi yazısı prizması. b.c 676-672
Fotoğraf açıklaması yok.


Yeni Assur devrinde siyasal sürecin en acımasız siyasetini yürütmeyi amaçlayan iktidarın elbette Aramilerin müstakil olarak hareket etmesine olanak sağlaması mümkün olamazdı. Buna karşın özellikle Hanigalbat çevresinde yerleşen Aramiler, siyasal düzlemde Asur’u en çok meşgul eden beylik olmuştur. Öyle ki Adad- Nirari bu bölgeye çok defa sefer yapmak durumda kalmış ve nihayetinde denetimi sağlayabilmiştir

16 Kasım 2019 Cumartesi

Alacahöyük


                         
       

                            Alacahöyük


  • Yeri: Çorum il merkezinin güneyinde; Alaca İlçesi'nin batı-kuzeybatısındadır.
    Konumu ve Çevresel Özellikleri: Günümüzde Höyük Köyü; ören yerinin rahat gezilebilmesi için taşınmıştır. Yerleşme yaklaşık 13-15 m yüksekliğinde; 310x275 m boyutlarında oval biçimli tepedir. Tepenin güney ve kuzeydoğusundaki yükseltiler ve bu tepeler arasındaki boyun kısmı ile çift höyük görünümündedir. Güneydeki tümsek üzerinde bir yatır yer almaktadır. Höyüğün yakınında Höyük Köyü'nün su ihtiyacını karşılayan Çiğdemlik adında bir pınar vardır. Karakaya Özü'ne karışan Horam Özü'nün suladığı vadide; sulak bir alanda yer alan höyüğün çevresinde verimli topraklar bulunmaktadır. Horam Özü Deresi de; Sungurlu yakınlarında; Boğazköy'den gelen Budaközü ile birleşerek Kızılırmak Nehri'ne ulaşmaktadır. Alaca kasabası ile herhangi bir ilişkisi olmadığı halde; 1930-35'li yıllarda Höyük Köyü'ne giden tek karayolu Alaca kasabasından geçtiği için höyüğe Alacahöyük ismi verilmiştir. Günümüzde de bu isim değiştirilmeden geçerliliğini korumaktadır.
    Tarihçe:
    Araştırma ve Kazı: 1835 yılında W.G. Hamilton tarafından sfenksleri ile ünlenen Alacahöyük; bu tarihten sonra birçok araştırmacı ve gezgin tarafından ziyaret edilmiştir. G. Perrot; 1861 yılında Sfenksli Kapının planını çıkarmış; 1894 yılında Chantré; 1907 yılında Winckler ve Makridi Bey özellikle bu kapının çevresinde küçük bir sondaj yapmıştır. 1926-27 yıllarında ise H.H. von der Osten; harita ve planlarla höyüğe bir kez daha dikkat çekmiştir. Atatürk'ün teşvikleriyle; Türk Tarih Kurumu adına; 1935 yılında R.O. Arık yönetiminde başlayan kazı; 1936 yılından itibaren H.Z. Koşay tarafından yürütülmüştür. Bu kazılar özellikle 1970'li yıllara kadar yoğun bir şekilde yapılmış; bu tarihten sonra ise daha küçük boyutlarda devam etmiştir. Özellikle Frig ve Hitit Dönemi tabakalarına ait mimariler M. Akok yönetiminde restore edilmiştir. Bilimsel kazılar 1994 yılında tekrar başladıysa da henüz Kalkolitik Çağ tabakaları hakkında yeni bir bilgi yayınlanmamıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından hazırlanmış tescilli arkeolojik sit alanları listesinde yer almaktadır.
    Tabakalanma: Arık; Koşay ve Akok başkanlığında uzun yıllar süren kazı sonucunda höyükde 4 ana yerleşme evresinde toplanan; Kalkolitik Çağ'dan Demir Çağı'na kadar süren; yaklaşık 15 yapı evresi ortaya çıkarılmıştır. Bu esas evrelerden; III. evre İlk Tunç Çağı'na tarihlenmektedir. Höyüğün en ünlü tabakası; yerleşme içinde; olağanüstü gömüt armağanlarına sahip kral mezarlarının; olduğu bu III. tabakadır. Bu tabakaya ait 4 yapı evresi (5-8) bulunmuştur. Alacahöyük raporlarında bu tabaka çok kez Bakırçağı olarak tanımlanmaktadır. Bu çağın son yapı katının büyük bir yangınla sona erdiği anlaşılmaktadır [Akok 1979:109]. 1935'li yıllardaki kazı teknolojisinden dolayı mezarların tam tabakalanması kesinlik kazanmasa da ortaya çıkan 13 adet mezarın hangi yapı katlarına ait olabileceği bulunduğu (yükseklik) kotlara göre yorumlanmaktadır. Bilim adamları bu konuda farklı görüşler ileri sürmektedir. F; K; L; A; C mezarları 7 ve 6. yapı katlarına; A ve E mezarları ise 6 ile 5. yapı katlar arasına; B; D; H; R; T2 ve S mezarları da 5. yapı katına konmaktadır [Hout 1982:57-65]. T. Özgüç ise daha çok bulgularına dayanarak F; K; L; E mezarlarını 7. yapı katına; R.M; B.M; H ve D mezarlarını 6. yapı katına; T.M; M.A; M.C; M.A mezarlarını da 5. yapı katına tarihleme eğilimindedir [Özgüç 1948:46; dipnot 170]. A. Özyar tarafından yapılan bir başka değerlendirmede [Özyar 1999:79-85]; mezarların İlk Tunç Çağı höyüğünün yamacında meyilli bir araziye gömüldüklerine ve mezarların yükseklik kotlarına göre tarihlemelerinin yanlış sonuçlar verebileceğine dikkat çekmektedir.
    Buluntular: Mimari: Alacahöyük kazılarının ilk dönemlerinde derin sondajda kral mezarlarına rastlanması; İTÇ tabakasına ait kazıların bu mezarlara odaklanmasına yol açmıştır. Bu açıdan İlk Tunç Çağı kasabasına fazla bir önem verilmemiş olduğu için konutlar hakkında bilgilerimiz kısıtlıdır. Buna rağmen eldeki verilere bakarak temelleri en az üç sıra taş; duvarları kerpiçten yapılmış yapıların genelde günümüz Anadolu kerpiç mimarisinden pek farklı bir görünüm çizmediği söylenebilir [Akok 1979:108]. Kerpiç duvarlar içten ve dıştan sıvalıdır. Damlarının da ahşap kirişlerle destekli düz damlı olduğu sanılır. Ayrık bir şekilde yerleştirilmiş; aralarında belki avlu; işlik yeri veya geçit görevini gören boşlukların olduğu bir yapı düzeni ile karşılaşılmıştır. Yapı planları muntazam değildir. Çarpık odaların yanyana inşa edilmesi ile oluşturulan birimler vardır. Yerleşmenin yine de Kalkolitik Çağ köyünden daha büyük olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönem yerleşmelerini bir sur duvarının koruyup korumadığı da bilinmemektedir. Yine kazılan alanın çok dar oluşundan dolayı; yerleşmede saray veya başkanın yapısı tipinde bir yapının var olup olmadığı da anlaşılamamıştır. 2005 yılı çalışmalarında Hitit metal atölyesinin aşağısında bir sondaj yapılmış ve İTÇ duvarları ortaya çıkarılmıştır. İyi yapılmış bu duvarların yanı sıra kapı girişinde bir de miltaşı bulunmuştur [cat.une.edu.au/page/alaca%20hoyuk 4.12.2006; 11:00]. 2005 yılında yapılan çalışmalarda; Hitit mücevher atölyesinin kuzey kısmında sürdürülen kazıda İTÇ çanak çömlekleriyle beraber mimari kalıntılara da rastlanmıştır. Bu İTÇ mimari kalıntılarının önceki dönemin mimari tekniğinden farklı olarak; daha küçük taşlar ve küçük odalardan oluştuğu anlaşılmıştır. Höyük üzerindeki Hitit yapılarının kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda olduğu ancak parçalar halinde açığa çıkarılan ve aynı yapıya ait olan İTÇ odalarının ise doğu-batı yönünde uzandığı anlaşılmıştır. Bunlar; duvar tekniği açısından; bir sonraki dönemin duvar tekniği ile benzerlik gösterir. Birer depo görünümünde olan bu odalardan üç tanesine ait kapı girişleri de bulunmuştur. Bunlardan bir tanesinin kapı mil taşı da in situ ele geçmiştir [Çınaroğlu-Çelik 2007:309-310]. 2007 yılında yapılan çalışmalarda Alaca Höyük İTÇ kültür katlarında 3 seviyeli yapı kalıntıları saptanmıştır. Açığa çıkartılan İTÇ yapı katlarında bir maden ergitme fırını bulunmuştur [http://www.ttk.org.tr/index.php?Page=Sayfa&No=191; 2.6.2008; 11.30]. 1. yapı katında, yapının duvar kalıntılarının çok küçük bir kısmı korunabilmiş ve herhangi bir mimari bütünlük sağlanamamıştır. 2. yapı katında ele geçirilen mimari buluntular 2 odadan oluşan bir yapı grubuna işaret eder. 3. yapı katında açığa çıkarılan fırının çapı 120 cm olup taş döşeli tabanın üzeri ise kalın bir sıvayla kaplıdır. Fırının hemen yanında yanmamış iri kalas kalıntıları bulunmuştur. Fırının tabanı kuzeyden güneye eğimlidir [Çınaroğlu-Çelik 2009:92-93]. 2009 yılında III. kültür katında II no'lu açmanın güneyinde, taş temelli kerpiç duvarlı, birbirine bağlı 3 oda açığa çıkarılmıştır. Mabed-sarayın kuzey duvarı bu odaların güney duvarlarını tahrip etmiştir. Açığa çıkarılan bu odaların kuzey duvarları üzerinde, kerpiç duvarların arasında takribi 40x50 cm ölçülerinde ikisi tam, biri tahribat görmüş 3 adet niş ortaya çıkarılmış olup nişlerin iç duvarları ve tabanı sıvalıdır. Bu nişlerin önünde yer alan İTÇ III'e tarihlendirilen depas ve tankart ele geçirilmiştir. Depaslar Truva II (a-b) katlarıyla paralellik gösterir. Bu depasların yanında adak kapları olarak yorumlanabilecek kulplu kulpsuz küçük çanakçılar, çömlekler, kaseler, emzikli maşrapalar, mühür ve idoller bu alanda ele geçirilen eser grubudur. Alanın güneybatısında yer alan odanın tabanı üzerinde kalın sıvayla kaplanmış bir ocak tabanı tespit edilmiştir. Bu alan MÖ III. binyılın ikinci yarısına tarihlendirilmektedir. Nişli yapının alt seviyesinden devam eden duvar kalıntısına bağlanan, doğu-batı yönlü birbirine paralel iki duvar daha açığa çıkarılmıştır. Bu alandaki çalışmalar sırasında yuvarlak, tabanı beyaz sıvalı, doğu bölümü taş örgülü bir silo ve yine aynı alanda yuvarlak şekilde tabanı beyaz sıvalı ikinci bir silo açığa çıkarılmıştır [Çınaroğlu-Çelik 2011:186]. 2011 ve 2012 yılı çalışmalarında H4 24 açmasının kuzeyinde oda 10 ve oda 11 ortaya çıkarılmıştır. Oda 10'nun duvarı tek sıra taştan inşa edilmiştir. Oda 11'in duvarı ise iki sıra taş dizisiyle örülmüştür. Her iki odanın doğu köşesi blokaj yığınının altında kalmış ve tahrip olmuştur. Oda 11 ile aynı seviyede yer alan bir alanda (kuyu 9 tarafından tahrip edilen kısım) bir adet Suriye şisesi, İTÇ'ye ait çanak çömlek parçaları ve idoller bulunmuştur. Aynı alanda gerçekleştirilen seviye inme çalışmalarında, doğu-batı yönünde uzanan yanmamış ahşap kalıntılarına rastlanmıştır. Bunun yanı sıra bağımsız duvar parçaları bulunmuştur. Ahşaplarla birlikte İTÇ'ye ait oldukça kaba çanak çömlek parçaları yoğun olarak bulunmuştur. Bunlar arasında Son Kalkolitik çanak çömlekleri de görülmüştür. H4 (5) açmasının güneyinde gerçekleştirilen kazılarda, birbiri üzerinde yer alan (farklı mimari evrelere ait) bağımsız duvar parçaları ve taban kalıntıları bulunmuştur. Bu alanda 3 adet yuvarlak planlı silo açığa çıkarılmıştır. Siloların tabanları beyaz sıvalıdır. Taban üzerlerinde bulunan çanak çömlek parçaları İTÇ'ye tarihlenmektedir. Aynı alanda gerçekleştirilen seviye inme çalışmalarında çok sayıda bağımsız taban ortaya çıkarılmıştır. Bu tabanlar üzerinde bulunan çanak çömlekler de İTÇ'ye aittir [Çınaroğlu et al. 2014]. 2013 yılında, J4 (2) açmasında ortaya çıkarılan ilk evre bağımsız bir oda, taban ve fırın kalıntılarından oluşmaktadır. Bu evrenin altında, İTÇ 2. mimari evrede birbiri üzerine yapılmış 12 adet silo ortaya çıkarılmıştır. Yuvarlak planlı olan siloların tabanları beyaz sıvalıdır. Siloların hiçbiri sağlam değildir. İçlerinde taş yığınları bulunmuştur. Bunların taş örgülü olması olasıdır. İTÇ 3. mimari evrede bağımsız bir duvar ve bu duvarın güneyinde yer alan yuvarlak planlı bir yapı açığa çıkarılmıştır. Yapının tabanının beyaz sıvalı olduğu görülmüştür. Yine bu evrede, dikdörtgen planlı bir yapı içinde çok yoğun ahşap kalıntısına rastlanmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda J4 (2) açmasında İTÇ'ye ait 3 farklı mimari evre tespit edilmiştir [Çınaroğlu-Çelik 2015:182-184]. Çanak Çömlek: Alacahöyük'ün bu döneminde İç Anadolu Bölgesi'ne has; el yapımı; içi dışı siyah veya kırmızı yüzey renkli; kum veya saman katkılı; arıtılmış hamurlu; açkılı maldan örnekler çoğunluktadır. Bu mallar; Doğu Anadolu'nun "Karaz malı" olarak adlandırılan mal örneklerini andırmaktadır. Bazı kaplar; kabartma ve oyuk-yiv bezeme ile süslenmişlerdir. Biçimler olarak yine İç Anadolu Bölgesi'nde görülen meyvalık ile gaga ağızlı testi; emzikli kap gibi biçimler bulunmaktadır. Özellikle mezarlarda tüm kaplar bulunmuştur. Çağın son yapı evresinde Alişar'ın I. tabakası ile çağdaş boyalı çanak çömlek parçaları ele geçmiştir [Özgüç 1947:164]. 2005 yılında yapılan çalışmalarda; Hitit mücevher atölyesinin kuzey kısmında sürdürülen kazıda; II. binyıl tabakasından yaklaşık 50 cm aşağıda MÖ III. binyılın son çeyreğine ait çanak çömlekler bulunmaya başlanmıştır. Bunlar; çoğunluğu siyah; kahverengi ve kızıl kahve renkli parlak perdahlı İTÇ çanak çömlekleridir [Çınaroğlu-Çelik 2007:309]. 2006 yılı çalışmalarında küçük bir alanda II. Bin Hitit yapısının hemen altından İTÇ'na ait amorf çanak çömlekler bulunmuştur. Bunların arkasından yangın sonucu devrilmiş ahşap çatı kalıntılarının izleri de görülmüştür. Bu ahşap yapı elemanı dendrokronolojisi yapılabilmesi için sağlam bir şekilde kaldırılmıştır. [http://www.ttk.org.tr/index.php?Page=Sayfa&No=191; 2.6.2008; 11.30]. 2007 yılında yapılan çalışmalarda açığa çıkartılan İTÇ yapı katlarında bir adet sepet kulplu çaydanlık; bir adet gaga ağızlı testicik; bir adet çanak; bir adet minyatür çanak; üç adet tek kulplu maşrapa; bir adet tek kuplu minik çanak; iki adet çömlek; iki adet tek kulplu çanak; bir adet pedestal kaideli çanak; bir adet küp; bir adet küçük fincan; bir adet emzikli tek kulplu testi; bir adet oyuncak idol; iki adet idol; bir adet idol mühür; iki adet boğa fıgürini; bir adet kase bulunmuştur [http://www.ttk.org.tr/index.php?Page=Sayfa&No=191; 2.6.2008; 11.30]. Gaga ağızlı tek kulplu testicik ve küçük fincan siyah hamurlu ve cam gibi parlak perdahlıdır [Çınaroğlu-Çelik 2009:93]. 2009 yılında III. kültür katındaki buluntular arasında adak kapları olarak yorumlanabilecek kulplu kulpsuz küçük çanakçıklar, çömlekler, kaseler, emzikli maşrapalar, mühür ve idoller yer almaktadır [Çınaroğlu-Çelik 2011: 186]. 2010 yılı çalışmalarında D2 no'lu duvarın güneyinde 1 adet İTÇ'ye tarihlendirilen üzeri tırnak baskılı, tek kulplu maşrapa ve D4 duvarı ile mabet-saray odası arasında kalan alanda iki adet el yapımı çanak ele geçirilmiştir [Çınaroğlu-Çelik 2012:287]. 2013 yılında J4 (2) açmasında ortaya çıkarılan taban kalıntısı üzerinde bir adet ip delikli minyatür çömlek bulunmuştur. Bu seviyede bulunan çanak çömlek parçaları çark yapımı parçalardan oluşmaktadır [Çınaroğlu-Çelik 2015:182-183]. Kil: Çeşitli mühürler vardır. Bu; ticaretin çok yoğun olduğunu göstermektedir. 2006 yılında pişmiş topraktan bir oyuncak idol buldunmuştur [Çınaroğlu-Çelik 2008:529]. 2013 yılında, J4 (2) açmasında üzeri bezemeli ağırşaklar ve boncuklar bulunmuştur. Bu ağırşaklar üzerindeki bezemeler, kral mezarlarında bulunan ağırşaklardaki süslemelerle benzerdir. Bu seviyede bulunan diğer buluntu grubu damga baskılı mühürlerdir. Bu mühürler geometrik motifler taşımaktadır. Bunun yanı sıra hayvan patisi (kedi) şeklinde işlenmiş olan mühürler de mevcuttur. İTÇ 2. mimari evrede bir grup hayvan figürini ve idol bulunmuştur [Çınaroğlu-Çelik 2015:182-183]. Maden: Gerek kral mezarlarında gerek sivil yapılar içinde bol miktarda maden bulgu vardır. 2007 yılı kazılarında rastlanan yapı katlarından üçüncüsünde bulunan maden ergitme fırınının yanında üç adet demir obje ele geçmiştir [Çınaroğlu-Çelik 2009:93]. İnsan Kalıntıları ve Mezarlar: Yerleşme içinde üç odalı bir yapı tabanının altında vaktinden önce doğmuş bir çocuğun iskeleti bulunmuştur. Özgüç; bunun eski bir geleneğin devamı olduğunu söylemektedir [Özgüç 1947:164]. İlk Tunç Çağı halk mezarlığının kasabanın dışında olduğu yorumlanabilirse de kesin konuşmak için tüm höyüğün açılması ve yakın çevrede araştırma yapılması gerekmektedir. Üstteki kalıntılar yüzünden bu yapılamamıştır. Kral Mezarları: Höyüğün güney-güneydoğu kesiminde yaklaşık 200 metrekarelik ay biçimli bir yamaç alanı; önce İTÇ II. evresi halkının oturduğu kısım daha sonra MÖ 3. bin yılın son çeyreğinde yerleşme içi krali mezarlık alanı olarak kullanılmıştır. Bu mezarlık alanının zamanında tiyatro/yarım ay biçimli bir çöküntü alanı olduğu yorumlanmaktadır. Bulunan 13 mezar; halk için değil yönetici veya soylu sınıf için inşa edilmiş; içlerine gömü armağanları bırakılmıştır. Mezarlığın birçok kuşağın gömü yeri olmasından; Alacahöyük'ün özellikle dinsel açıdan da önemli bir merkez vasfı taşıdığı yorumu yapılmaktadır. Mezarların birçoğu birbirinin üzerine yapılmıştır. Özgüç; gerektiğinde bazı eski kerpiç ev mekanların da mezar çukuru açılımı için tercih edildiğini söylemektedir. Bunlar; en fazla 75-100 cm derinliğinde; toprağın içine açılmış; çamur harçla örülmüş basit taş duvarlı; tek bölümlü dikdörtgen biçimli basit oda mezarlardır. Duvarları özenli yapılmamıştır. Boyutları 8.0-5.0x2.8-1.7 m arasında değişmektedir. Ortalama olarak 4.5x3.0 m'dir. Mezarların iç kısmı bir yatak odası gibi düzenlenmiştir [Akok 1979:109]. Tabanları çok kez kille (M.A; M.C gibi); bazıları çakıl-toprak karışımı toprakla sıkıştırılarak oluşturulmuştur. T.M mezarında ölünün yattığı yer; yassı ve iri taşlarla döşenmiştir. Planda; standart bir yön izlenmese de uzun duvarlarının doğu-batı istikametinde inşa edildiği görülmektedir. Mezar odalarının içi ve dışı sıvanmamıştır. Duvarların üzerine ahşap kirişler atıldıktan ve kiriş araları kamışlarla kapatıldıktan sonra tıpkı sivil mimari örneklerinde olduğu gibi tavanları killi toprakla düz dam şeklinde örtülmüştür. Orta kısmın çökmemesi için direklerle desteklendiği görülmektedir. Aynı şekilde duvarların arasının da zaman zaman kirişlerle güçlendirildiği anlaşılmıştır [Özgüç 1948:42]. Genelde erkek veya kadın erişkin bir kişinin mezarı olmasına rağmen bazı mezarlarda (T.M gibi) birden fazla ölüye ait iskelet de bulunmuştur. Bunların aynı anda gömülmediği de ileri sürülmektedir. Bazı alana; birkaç mezar arka arkaya yapılmıştır. M.C mezarının olduğu yerde üç evre halinde bu yapılışı görmek mümkündür [Özgüç 1948:43]. Rahip-kral; bey/başkan; kraliçe; prens; prenses gibi yönetici sınıfa ait ölüler mezarın orta kısmına ya da bir kenarına yakın bir yere; hocker biçiminde (dizleri karına çekik; büzülmüş durumda) sağ yanlarına doğru; başları daima batıda olacak şekilde yatırılmışlardır. Tüm mezarlarda yatış pozisyonunda bir birliğin var olduğu anlaşılmaktadır. Gömüt Armağanları: Yanlarına günlük hayatta kullandıkları kıymetli kıymetsiz her türlü nesne ile olasılıkla ölüm törenine ait nesneler düzenli bir şekilde konulmuştur. Erkek mezarlarındaki silahların bel hizasında olduğu bildirilmektedir. Kadın mezarlarına da bazen silah ve değerli eşya bırakılması da; kadınların kraliçe statüsünde olduklarının bir göstergesi olabilir. Elbiseyi tutturmak için iğnelerin ve kumaş izlerinin oluşu ölülerin mezarlara giysileri ile gömüldüklerini göstermektedir. Elbise üzerine dikilen bazı süslerin varlığı da bu kanıyı kuvvetlendirmektedir. Ölen bey veya kadınlarının ayrıca deri ve keçeye sarılarak gömüldüğü H mezarında saptanmıştır. İçinde olası içki bulunan gaga ağızlı testiler ölünün tam karşısına konmuştur. Özellikle mezarlarda ele geçen altın; gümüş; elektron; tunç gibi buluntular; MÖ 3. bin yılın son çeyreğinde olağanüstü bir maden tekniğinin varlığını göstermektedir. Mezarlarda günlük hayatın dışında; dinsel anlamlı armağanlardan neyi ifade ettiği kesin bilinmeyen tunç güneş kursları; tunç geyik ve boğa heykelcikleri; idol gibi nesneler de vardır. Güneş kurslarının bazıları kafes şeklinde bazıları ise boğa; geyik gibi hayvanların olduğu karışık tiptedir. Olasılıkla bu tip nesnelerin her ne kadar delilleri yoksa da eriyen balmumu tekniği ile döküldükleri sanılmaktadır. Yine bu dönemde; önceki dönemlere nazaran farklı bir teknikle; tunç nesneler üzerine gümüş parçalarının kakma tekniği ile kakılmış örnekleri vardır. Bir gümüş idolün göğüsleri ve kısa çizmeleri altındandır. Diğer idoller arasında elinde kap tutanların ise tanrılara kutsal içecek sunanları ya da töreni kutsayan küçük tanrıları betimlediği düşünülebilir. Defin Töreni: Bu törenin tam bir şölen şeklinde geçtiği sanılmaktadır. Ölü mezara taşınırken ölü arabasına konan ve sallandıkca ses çıkaran sistrumlar ile yine bu tören sırasında birbirine vurularak ses çıkaran çalparalar bu gömülme töreninin sessiz sedasız geçmediğini göstermektedir. Kazıda mezarların üstünde düzenli bir şekilde ele geçen boğa başları ve ayakları; gömüt töreni hakkında bir fikir vermektedir. Olasılıkla gömme işlemi bittikten sonra kurban edilen boğa; inek; koyun-keçi; domuz gibi hayvanların eti törenle yendikten sonra yenilenlerin baş ve ayakları mezarın üzerine ölünün payına düşenler olarak sırayla ve düzenli bir şekilde konmuştur. L mezarında üstünde 10 sığır bacağı; mezarın yanında ise koyun-keçi bacakları bulunmuştur. Bir mezarda bulunan ve üzeri iri bir taşla kapatılmış olan köpek iskeletinin ne amaçla buraya konduğu; ölünün sevdiği bir köpek mi yoksa yine tören sırasında kurban edilen bir köpek mi olduğu anlaşılamamıştır. Gömülme işlemi bittikten sonra mezarın üzerinde bir ateş yakılarak ölünün kutsandığı yorumu; hem mezarların içinde ele geçen kül tabakasından ve mezarların üstünü örten kalaslara ait yanmış kömür izlerine dayanmaktadır. Bu yorum sadece H.Z. Koşay tarafından kabul görmüştür. Gömüt Armağanları: Zengin hediyeler ve içki kapları; içinde gıda maddeleri olan kaplar; kurban kalıntıları; ölen yakınlarının ölümden sonra bir hayata inandıklarını göstermektedir. Ölünün tanrılar katında kabul görmesi için de bir takım idoller de (küçük putlar) mezarlara bırakılmıştır. 13 mezarda beş çift altın figürcükten başka ancak üç adet idol ele geçmiştir. Tüm yorumlar günümüze gelen malzemenin varlığına dayanarak ileri sürülmektedir. Ahşap kalıntılar ise bilinmemektedir. Hitit Dönemi'nde sfenksli kapının mezarlığın hemen güneydoğusunda oluşuna dayanarak; İlk Tunç Çağı'nda da yerleşmeye gelen ana yolun bu kesimde yer alan olası kapıdan gelip buradan yerleşme içine devam ettiği tahmin edilmektedir [Özyar 1999:80]. Mezarlığa gelişin de İTÇ döneminde aynı istikametten gerçekleştiği sanılmaktadır. Hitit Dönemi yapıları yüzünden bu kesimde kazı yapılmadığı için İlk Tunç Çağı kapısını bulmak mümkün olamamıştır.
    Kalıntılar:
    Yorum ve tarihleme: Alacahöyük'ün Türkiye arkeolojisindeki yeri ve Türkiye arkeolojisinin gelişmesindeki rolü tartışılmazdır. 1936-39 yılı kazılarında mezarlarda altın; gümüş gibi zengin ve görkemli buluntuların ortaya çıkışı gerçekten de tüm ilginin Anadolu'ya odaklanmasına yol açmış ve Türkiye'de arkeoloji biliminin popüler bir bilim haline gelmesine yardımcı olmuştur. Kral mezarlarının tarihlenmesi konusunda; pek çok bilim adamı kazı sırasındaki belgelemenin yetersiz olmasına rağmen; çeşitli ve farklı öneriler sunmaktadır. Alacahöyük kral mezarlarından saptanan belgelerden; MÖ 3. bin yılın sonunda Hatti Dönemi'ne damgasını vuran İndo-Avrupai toplulukların yerel halklar üzerinde hakimiyet kurduğunu ve kendi kültürlerini bu topluluklara kabul ettirdiğini anlıyoruz. İç Anadolu Bölgesi'ne olasılıkla Kafkaslar üzerinden gelen bu yeni topluluk; kendi dinsel inanışlarını da beraberlerinde getirmişlerdir. Güneş kursu; geyik ve boğa heykelcikleri İTÇ III evresi öncesi kültürlerde bulunmamaktadır. Oda mezarları da yöreye yabancıdır. Bu yerde kerpiç ve sanduka mezarların olmayışı da yabancı bir topluluğun varlığını teyit etmektedir. Kral mezarları dışındaki kalıntılardan yerli Hatti halkının kendi geleneklerini devam ettirdikleri anlaşılmaktadır. Bu kişilere ait mezarlık yakın çevrede araştırma yapılmadığından saptanamamıştır. Alacahöyük şimdilik tümüyle İTÇ III evresinin sonuna tarihlenmektedir. 2005 yılında yapılan çalışmalarda; Hitit mücevher atölyesinin kuzey kısmında sürdürülen kazıda İTÇ çanak çömlekleriyle beraber rastlanan mimari kalıntının yoğun bir yangın tabakası içinden açığa çıkarıldığı göz önüne alındığında; İTÇ yapısının şiddetli bir yangınla tahrip edildiği anlaşılmaktadır [Çınaroğlu-Çelik 2007:309]. 2007 yılı çalışmalarında açığa çıkartılan İTÇ yapı katlarında çok sayıda pişmiş toprak kaplar; pişmiş toprak idoller ve en önemlisi bu tabakada bir maden ergitme fırını ile bu fırının hemen yakınında 3 adet demir eser parçası da bulunmuştur. Bu buluntular daha önceleri İTÇ Kral mezarlarında ele geçirilen 3 adet altın kabzalı demir hançerlerin Alaca Höyük'te yapılmış olduğunu kanıtlanmıştır [http://www.ttk.org.tr/index.php?Page=Sayfa&No=191; 2.6.2008; 11.30]. 2007 yılında bulunan siyah hamurlu ve parlak perdahlı kaplar, Orta Anadolu ve Orta Anadolu'nun kuzeyinde, Dündartepe II. kültür katı Kavak-Kaledoruğu, Ahlatlıbel, Karaoğlan, Maşat Höyük, kastamonu-Kınık gibi önemli İTÇ yerleşimlerinden iyi bilinmektedir. Benzer örnekleri Alaca Höyük'ün geçmiş dönem kazılarında bulunmuş ve İTÇ'nin 5 yapı katına tarihlendirilmiştir [Çınaroğlu-Çelik 2009:93].