7 Kasım 2019 Perşembe

Dicle’nin Kıyısında Dünyanın İlk Köyleri

Dicle’nin Kıyısında Dünyanın İlk Köyleri

Dicle’nin Kıyısında Dünyanın İlk Köyleri

Dicle Havzası’nın son avcıları, yerleşik yaşama ilk adımı atanlardı. Barınakları konuta dönüştürdüler, avcıların zengin inanç dünyasını evlerin içine taşıdılar. Onlar yabani hayvanların kafataslarını duvarlarına asıyor, ölülerini dağkeçisi motifleri ile süslü taş kaplarla, binlerce boncukla uğurlayarak evlerin altına gömüyorlardı.
Diyarbakır-Ergani yakınlarında bulunan Çayönü yerleşiminde 1964 yılında başlayan kazılar ve o dönem Yakındoğu’daki ilk çalışmalar avcı toplayıcı ve göçer bir yaşamdan yerleşik ve üretici bir düzene geçişin, beklenildiği gibi basitten karmaşığa doğru evrilen bir yapı sergilemediğinin ilk işaretlerini verdi. Bölgenin genelinde kazısı yapılan “ilk yerleşimler” dinamik bir şekilde değişen, içerisinde hızlı bir teknolojik gelişimi de barındıran köylerdi. Dönemin yaşam biçimini yansıtan tüm buluntular doğaya ve çevresine hâkim, zengin bir sembolizm ile temsil edilen üst yapıya sahip, oldukça organize toplumları yansıtıyordu. Yerleşik yaşamın başlangıcına ilişkin araştırmaların yoğunlaştığı bu dönemde, toprağa bağımlı bir yaşamın, ancak tahılların tarıma alınarak hayvanların evcilleştirildiği, üretime dayalı bir geçim ekonomisi dolaysıyla başlamış olacağı da yaygın kabul görüyordu. Bugün, barajlar nedeniyle Dicle Havzası’nın Anadolu kısmında yapılan arkeolojik araştırmalar bu neden-sonuç ilişkisinin belki de tam tersinden okunması gerektiğini gözler önüne serdi. Sadece bu bölgede değil gerek Anadolu, gerekse Yakındoğu’nun genelinde ilk yerleşik toplumlara ilişkin veriler başlangıçta, tümüyle çiftçiliğe ve üretime dayalı bir geçim ekonomisinin olmadığını işaret ediyordu. Bu döneme ilişkin çalışmaların yoğunlaştığı Dicle kıyısındaki Körtik Tepe ve Hasankeyf Höyük ile Siirt’in hemen güneyinde, Dicle ile Botan ırmaklarının çatağında yer alan Gusir Höyük, önceki yıllarda yine aynı bölgede bulunan Hallan Çemi, Demirköy ve Çayönü ile birlikte üretime dayalı bir geçim ekonomisinin yerleşik yaşama geçişin sebebi değil belki de bir sonucu olduğunu gösterecek keşiflere sahne oldu.
Eldeki veriler yerleşik yaşamın Anadolu’yu da içine alan Yakındoğu’da, günümüzden 11-11500 yıl kadar önce ortaya çıktığını gösterir. İlk yerleşmeler daha çok büyük nehirler üzerine kurulan barajlar dolayısıyla arkeolojik açıdan araştırılan bölgelerden bilinmektedir. Bu nedenle yer seçiminde görülen benzerlikler, araştırma alanlarının seçimi ile de ilişkilendirilebilir. Söz konusu yerleşimler genellikle akarsu kenarında ve özellikle iki akarsuyun buluşma noktasında yer alır. Artık kurumuş bir derenin kenarındaki Hasankeyf Höyük’ün hemen güneyinden Dicle Nehri akar. Bu durum Gusir Höyük için de geçerlidir. Gusir, Botan ve Dicle’ye eşit mesafede, Botan Çayı’na kavuşan ve halen yaz kış suyu olan Kavaközü Deresi’nin kenarındadır. Körtik Tepe, Dicle ile Batman Çayı’nın temas noktasında, Hallan Çemi ve Demirköy ise Batman Çayı’nın hemen kenarına kuruludur. Bu yerleşimlerin bir yüzü akarsulara bakarken sırtlarını, o dönemde ormanlarla kaplı olduğunu bildiğimiz dağlara dayadıkları görülür. Kuşkusuz yer seçiminde geçim kaynakları da belirleyiciydi ve farklı ihtiyaçların karşılanabileceği ortamlara yakın olmak önem taşıyordu.
Bütün bu yerleşmelerin Toros Dağları’nın eşik bölgesinde olması ise daha can alıcı bir ortaklığı ifade eder. Neolitik yaşam biçiminin ortaya çıkışı ile ilgili ilk kuramların tartışıldığı 60’lı yıllarda, çiftçiliğe dayalı yaşamın gelişimi için tarıma elverişli ya da çevre koşullarının zorlayıcı, besin kaynaklarının kısıtlı olduğu bir ortam, tartışmaların iki ucunu oluşturuyordu. O yıllarda tarihöncesi arkeolojisi için önemli bir keşif gerçekleşti ve İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı’ndan Halet Çambel ile Chicago Üniversitesi Doğu Bilimleri Enstitüsü’nden Robert J. Braidwood, Diyarbakır-Ergani’deki Çayönü kazılarını başlattı. Bu çalışmalar aynı zamanda farklı alanlardan gelen bilim insanlarını arkeolojik bir araştırma kapsamında bir araya getirmiş ve Anadolu’da yerleşik yaşam, ilk tarım ve hayvancılık ile ilgili sorulara yanıt aranmıştı. Çayönü’nün en eski yerleşim katmanları Dicle Nehri Havzası’ndaki son avcı toplayıcılar ile ilgili ilk verileri oluşturdu.
Havadan  Gusir Höyük Gusir Höyük’te kazı alanının en üst kesiminde açığa çıkarılan yapı kalıntıları yerleşim düzeni hakkında fikir verir. Burada köşeleri yuvarlatılmış, kareye yakın planlı merkezi bir yapı ve ona eklemlenmiş dikdörtgen planlı mekânlar görülmektedir. Bu görünümü ile adeta bir yoncayı andıran yapılardan merkezdekinin çapı 10 metreyi bulur. Büyüklüğü kadar, küçük mekânlardan merkezdeki yapıya geçişlerin olması bu yapının özel bir işlevi olduğunu düşündürür. Mekânın içindeki dikilitaşlar da bu görüşü destekler. Göl kenarında, teraslar halinde yapılan kazılar, Gusir Höyük’te farklı zamanlara tarihlenen birçok tabakanın olduğunu ortaya koyar. Bu tabakalar yuvarlak planlı yapılardan dörtgen planlı yapılara geçişin izlenebildiği örnekler barındırmaktadır.
Havadan Gusir Höyük
Gusir Höyük’te kazı alanının en üst kesiminde açığa çıkarılan yapı kalıntıları yerleşim düzeni hakkında fikir verir. Burada köşeleri yuvarlatılmış, kareye yakın planlı merkezi bir yapı ve ona eklemlenmiş dikdörtgen planlı mekânlar görülmektedir. Bu görünümü ile adeta bir yoncayı andıran yapılardan merkezdekinin çapı 10 metreyi bulur. Büyüklüğü kadar, küçük mekânlardan merkezdeki yapıya geçişlerin olması bu yapının özel bir işlevi olduğunu düşündürür. Mekânın içindeki dikilitaşlar da bu görüşü destekler. Göl kenarında, teraslar halinde yapılan kazılar, Gusir Höyük’te farklı zamanlara tarihlenen birçok tabakanın olduğunu ortaya koyar. Bu tabakalar yuvarlak planlı yapılardan dörtgen planlı yapılara geçişin izlenebildiği örnekler barındırmaktadır.
Çayönü ve Yukarı Dicle Havzası’ndaki diğer yerleşimlerde oluğu gibi, bu dönemde insanlar henüz dörtgen planlı bir strüktürü ayakta tutacak teknolojiye sahip değildi ve yapımı daha basit yuvarlak planlı yapılar inşa ediyorlardı. Çapları 3-5 metre arasında değişen bu yapılar çukur tabanlıydı; başka bir anlatım ile, küçük yassı dere taşları döşeli zemin, dış düzlemden genelde 1 metre kadar aşağıdaydı. Böylelikle boşlukta kendini ve damı taşıyacak bir duvar örgüsünden önce, toprağa yaslı duvarlar inşa edilmişti. Bu tür yapılarda ya da daha sığ çukurların içine inşa edilenlerde üst yapı, dal örgü adını verdiğimiz kalınca dikey direklerin zirvede birleştiği ve yatayda ince dallarla örüldüğü ahşap bir iskeletle oluşturuluyordu. Ayrıca ilk aşamalardan itibaren ahşap iskeletin çamur ile sıvandığını gösteren örnekler vardır.
Zeminin hazırlanmasından farklı malzemelerin bir arada bilinçli olarak kullanımına kadar pek çok şey bu yapıların geçici barınak olmaktan çok konut olduğunu kanıtlar. Nitekim duvarların özenle sıvanması, tabanlara taş döşenmesi, tamirat izleri, büyük öğütme taşları ya da farklı mevsimlerde avlanan hayvanlara ait kemikler gibi yapı içlerinde karşılaşılan buluntular ile taban altına yapılan gömüler bu mekânların yıl boyu kullanıldıklarını gösterir. Bu haliyle insanın yaşadığı maceranın büyük bir kısmına tanıklık eden konutun Anadolu’da bilinen ilk örneklerinin Yukarı Dicle Havzası’nda olduğu söylenebilir.
İlk aşamalarda yapıların birbirine yakın, bazen bitişik olarak inşa edildiği ve kısa bir süre sonra planlanmış yerleşmelerin ortaya çıktığı söylenebilir. Gusir ve Hasankeyf Höyük bunun iki iyi örneğini oluşturur. Bu köylerin son evrelerinde yerleşme, bir yapı etrafında şekillenir. Merkezdeki yapı boyutları ve iç donanımları ile de diğerlerinden ayrılır. Olasılıkla bu yapı yine Neolitik Çağ’ın başlarına tarihlenen, boyut, inşa teknikleri ve iç donatıları ile yerleşmedeki diğer yapılardan rahatlıkla ayırt edilebilen kamusal yapılara dönüşecektir. Söz konusu merkezi yapı başta büyüklüğü ve içerisindeki dikilitaşlarıyla dikkat çeker. Gusir Höyük’te yerleşmenin tüm evrelerinde karşılaşılan dikilitaşlardan bu yapıda dört tane bulunur ve yapının merkezinde kare bir alanın köşelerini belirleyecek şekilde konumlandırıldıkları anlaşılır. Bu yerleşimdeki kimi örneklerin oldukça özenle biçimlendirildiği, bazen büyük bir taş teknenin ya da içi oyularak hazırlanan bir taş altlığın kaide olarak kullanıldığı görülür. Bazılarında basit bezemelere de rastlanırken bu uygulama Neolitik Çağ’ın daha ileriki aşamalarında, özellikle Nevali Çori ve Göbekli Tepe’den bilinen dikilitaşların ilk örneklerini oluşturur. Bu yerleşmelerde açığa çıkarılan dikilitaşlar çoğunlukla “T” biçimlidir ve geniş yüzeylerinde genelde vahşi hayvan türlerini yansıtan kabartmalar görülür. Bunlar animist özellikler taşıyan ve geniş bir bölgede ortak özellikler gösteren bir inanç sistemini yansıtır. Bazı örnekler açık bir şekilde insan şeklinde betimlenmiştir. Boyun ya da gövde kısmında kuşak benzeri kabartmalar bulunan bu betimler iki eliyle erkeklik organını tutar. Toplum içindeki ayrıcalıklı erkekleri ya da eril bir gücü temsil eden bu “heykeller” kamusal nitelik taşıyan özel yapılarda bulunmaları itibarı ile de hem idari hem de inanca ilişkin sembolizmalar olarak düşünülebilir. Bu dikilitaşların Neolitik Çağ’ın daha ileriki aşamalarında sıkça karşılaşılan “Ana Tanrıca” imgesine karşıt bir “Baba Tanrı” kavramından söz etmemize olanak sağlar. Gusir, Hallan Çemi ve Hasankeyf Höyük’ten bilinen dikilitaşlar gerek form, gerekse bezemeleri itibarı ile bu denli tanımlı değildir, ancak özellikle Gusir Höyük’te bulunan bir örnek biçim itibarı ile “T” biçimli dikilitaşları çağrıştırır.
Yine Gusir Höyük’te bir yapının içindeki dikilitaşın etrafında çok sayıda boynuz bulunmuştur. Bu uygulamaya başka yapılarda da rastlanır. Hallan Çemi ve Hasankeyf Höyük’te de yapı içine, duvar diplerine bırakılan ya da asılı oldukları duvardan düşen yabani koyun boynuzları bulunmuştur. Ana Tanrıça gibi yabani koyun boynuzlarının yerini Neolitik Çağ’ın ileri aşamalarında, en iyi örneklerini Çatalhöyük’ten bildiğimiz boğa başları almış olmalıdır. Bugün bile Anadolu’da hayvan başları ile ilgili ritüellerin yaşıyor olması, bu tür geleneklerin biçim ve etkilerinin değişmesiyle birlikte ne kadar eskiye de uzandığını düşündürür. Neolitik Çağ’ın her aşamasında hayvanların inanç dünyasındaki önemini gösterecek örnekler çoğaltılabilir ancak bu tür ritüellerin gelişiminde mekân kullanımının da değiştiği görülür. Özellikle dikilitaş ve yabani hayvan kafatasları ilk aşamalarda konutların içinde bulunurken, daha sonra ilk tapınaklar olarak da görülebilecek özel yapılara taşınır; daha ileriki dönemlerde ise animalizm yerini giderek anthropomorfizme bırakır ve Neolitik Çağ’ın son aşamalarında stilize insan betimlemeleri inanç sembolleri olarak daha çok karşımıza çıkmaya başlar. Bu süreçte yabani, yırtıcı hayvanlar sembolik dünyada yerlerini korumakla birlikte daha sembolize ve minimalize edilir.
İlk köylerdeki sembolik dünyanın yansımaları arasında, taş kaplar üzerine yapılan betimler de bulunur. Kaplar üzerinde geometrik desenlerin yanı sıra yine Şamanist bir dünya anlayışını yansıtan figürler ile karşılaşılır. Bu durum benzeri motiflerle süslenmiş kemik ve taş plakalarda da kaşımıza çıkar. Burada dikkat çeken bir diğer husus, söz konusu motifler arasında dağkeçisi gibi tekrar eden figürlere rastlanmakla birlikte, aynı malzeme ve teknik kullanılarak yapılan farklı motiflerdir. Bu durum köyler arasında farklılık gösteren ritüellerin, beğenilerin ya da aidiyet göstergelerinin olabileceğini düşündürür.
İnanç dünyasının bir diğer yansıması ise ev içlerine yapılan gömülerdir. Kişi öldükten sonra yerleşme içinde tutulmakta, hatta konutların tabanlarının altına gömülerek birlikte yaşamaya devam edilmektedir. Gusir Höyük’te olduğu gibi bazı evlerin taban altlarında, bir duvar boyunca çok sayıda iskeletin gömülmesi ölüm ile yaşamın ne kadar yakın ve iç içe olduğunu gösterir. Bu dönemde ölülerin büyük bir çoğunluğu büzülmüş vaziyette, bir çocuğun anne rahmindeki duruşunda yatırılmaktadır. Ancak ilk aşamalardan itibaren bağdaş kurmuş ya da çömelmiş bir insan pozisyonunda gömülere rastlanırken bazı iskeletlerde kafatasının eksik olduğu görülür. Kafatası kültü olarak bilinen bu uygulamaya Neolitik dönemin ilk aşamalarından itibaren rastlanır ve kafataslarının vücuttan ayrılarak başka bir yere gömülmesi inanç sisteminin güçlü bir yansıması olarak yorumlanır.
Körtik Tepe ve Hasankeyf Höyük’te bulunan ve oldukça iyi korunagelen bazı iskeletler boyalıdır. Körtik Tepe’de alçı ile sıvalı örneklerle birlikte her iki yerleşimde de iskeletlerin aşıboyası ile geometrik motiflerle adeta bezendikleri görülür. Ölüler aynı zamanda zengin hediyelerle, takıları ile uğurlanmaktadır. Hediyeler arasında en büyük grubu taş kaplar oluşturur ve Körtik Tepe gerek motifleri, gerekse işçilikleriyle öne çıkan klorit kapları ile ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Sıkça rastlanan bir başka grup ise, mezarlardaki konumları itibari ile kolye ya da kemer olarak kullanılmış olan, çoğu çift delikli taş boncuk dizileridir. Ayrıca mezarlarda kırık öğütme taşları, havan elleri, obsidiyen parçaları gibi farklı buluntulara da bol miktarda rastlanır.
Mezarlara bırakılan hediyelerin yanı sıra ilk köylerde karşılaşılan buluntular işlevsellikleri kadar biçimlenişleri ve üzerlerindeki bezeklerle de büyük bir çeşitlilik yansıtır. Özellikle üzerinde dağkeçisi, yengeç, akrep ve örümcek gibi betimlerin kazınarak işlendiği kemik plaklar ya da üst kısmı olasılıkla yine dağkeçisi başı şeklinde biçimlendirilen havan elleri, üzerlerinde kabartma olarak betimlenen hayvan ya da insan figürleri bulunan küçük taş plakalar ile yine üst kısmı hayvan başı şeklindeki taş çubuklara da rastlanır. Hayvan dişinden yapılan boncuklar, içine minik taşların kakıldığı, delikli taş levhalar ve üzerinde geometrik desenlerin yanı sıra yılan gibi hayvanların betimlendiği küçük taşlar buluntular arasındadır. Aletlerin hayvan motifleri ile bezenmesi ya da bir kısımlarının hayvan başı şeklinde üçboyutlu olarak biçimlendirilmesi yine şamanist bir dünyanın yansıması olarak yorumlanabilir. Ancak bu dışavurum biçimi giderek önemini kaybedecek, aletlerdeki bu zengin bezeme anlayışı tamamen ortadan kalkmamakla birlikte yerini yine Neolitik Dönem ilerleyen aşamalarında daha çok işlevselliği ile öne çıkan aletlere bırakacaktır.
Soyut dünya ve inanç sistemini yansıtan verilerin üzerinde birkaç milyon yıl süren avcı gelenekten kalanlarla birlikte yaşanılan ortam ve beslenme kaynakları da belirleyicidir. Örneğin Hallan Çemi ve Hasankeyf Höyük’te en çok rastlanan hayvan kalıntılarını koyun, keçi, yabandomuzu, köpek, geyik, ayı gibi küçük memeliler oluşturur. En çok tüketilen türler ise koyun ve geyiklerdir. Bulunan kemiklerin tümü yabani hayvanlara ait olmakla birlikte domuzlarda evcilleştirme denemeleri de görülür. Yerleşmelerde kuş ve sürüngen kemiklerine de rastlanırken bol miktarda balık kemiğinin bulunması, özellikle Dicle Nehri’nden yoğun olarak faydalanıldığını gösterir.
Bitki kalıntıları arasında kamışlar, badem ve fıstık gibi kabuklu yemişler ile mercimek gibi baklagiller varken kültive edilen tahıllara rastlanmaz. Bu, Fırat Havzası’ndaki ilk yerleşimlerden farklı bir durumu işaret eder. Yukarı Dicle Havzası’ndaki bu yerleşimlerde bulunan çakmaktaşı ve obsidiyenden üretilen aletler arasında tarıma işaret edecek orak bıçaklarına da rastlanmaz. Yontma taş aletlerin çoğunluğu çakmaktaşından yapılmaktadır ve ilk aşamalarda geometrik adı verilen minik aletler ile zaman içerisinde farklı tipleri ortaya çıkan uçlar ve kazıyıcılar çoğunluktadır. Uçların çok sayıda olması da avcılığın beslenmedeki öneminin bir başka göstergesidir. Obsidiyene yapılan ilk analizler bunların Bingöl bölgesinden getirildiğini gösterir ve uzak mesafelerle iletişimi işaret eder. Yontma taş alet teknolojisinin ortaya koyduğu bir diğer durum ise yaklaşık aynı döneme tarihlenen Doğu Akdeniz bölgesindeki diğer yerleşimler ile benzerliklerin oldukça az olmasıdır.
Özellikle beslenme ile ilgili veriler avcı toplayıcı ekonomiden yerleşik yaşam tarzına ve besin üretimine dayanan ekonomilere geçişi hızlandırmada tahıl tüketiminin merkezi bir rol oynadığı görüşlerinin en azından bu coğrafyada doğruyu yansıtmadığını, buradaki ilk sabit köylerin avcılık ile geçindiklerini gösterir. Dicle kıyısının bu son avcıları, ilk köyleri kurmakla kalmadıkları gibi, yapı teknolojisindeki ilk önemli adımları, ilk evcilleştirme denemelerini ve sembolleri geniş bir bölgede tekrar eden, belki de bir din olarak tanımlanabilecek ortak inanç ile ritüellerini gerçekleştirerek bugünkü yaşam biçiminin temellerinin atıldığı bir ortamı var etmişlerdir.
DOÇ. DR. NECMİ KARUL, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ, EDEBİYAT FAKÜLTESİ, ºPREHİSTORYA ANA BİLİM DALI
ATLAS MART 2013 / SAYI 240

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder