28 Şubat 2020 Cuma

Babil, Mezopotamya’da adını aldığı Babil kenti etrafında MÖ 1894 yılında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan bir imparatorluktur.



Fotoğraf açıklaması yok.
Fotoğraf açıklaması yok.




Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve açık hava

Fotoğraf açıklaması yok.

Görüntünün olası içeriği: gökyüzü ve açık hava

Görüntünün olası içeriği: bitki ve açık hava
Görüntünün olası içeriği: açık hava
Görüntünün olası içeriği: açık hava

Görüntünün olası içeriği: gökyüzü, ev ve açık hava


Babil, Mezopotamya’da adını aldığı Babil kenti etrafında MÖ 1894 yılında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan bir imparatorluktur. 
Babil'in merkezi bugünkü Irak'ın El Hilla kasabası üzerinde yer almaktadır.[1] Babil halkının büyük bir kısmını tarih boyunca çeşitli Sami asıllı halklar oluşturmuştur. Bölgede konuşulmuş en yaygın dil Akadca olmuş olmasına rağmen Sümerce dinsel dil olarak kullanılmıştır. Aramice ise ilerleyen yıllarda bölgenin lingua francası konumuna gelmiştir.[2]
Başlangıçta Akad İmparatorluğu'nda yer alan önemsiz ve güçsüz bir şehir iken, şehrin Amori hükümdarı Hammurabi tarafından kısa süre içinde büyüyen ve gelişen şehir kısa ömürlü de olsa bölgedeki en güçlü imparatorluklardan biri haline gelmiştir. Bu dönemden sonra tüm Güney Mezopotamya'ya Babil denilmeye başlanmış, devletin kutsal şehri Nippur olmuştur. Hammurabi'nin oğlu altında güçten düşen devlet uzun süre boyunca Asur, Kassit ve Elam egemenliği altında kalmıştır. Şehir Asurlular tarafından yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. MÖ 609-539 yılları arasında hüküm sürmüş Yeni Babil İmparatorluğu bağımsızlığını Asurlulardan Keldani Nebupolassar önderliğinde kazanmıştır. Bu devletinde çökmesi ile Babil şehri Ahameniş, Seleukos, Part, Roma ve Sasani egemenliği altında kalmıştır..
Babil Kulesi (İbranice: מגדל בבל‎ Migdal Bavel), Tevrat'ta ve Dünya'nın birçok bölgesinde yerel efsanelerde bahsi geçen, tanrıya ulaşmak için inşa edilen kule....
Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında
Tanah ve Eski Ahit hemen hemen aynı olduğu için her iki dinde Babil bahsi aynıdır. Babil kulesinden Tevrat'ın Yaratılış (Tekvin) kısmında bahsedilir.
« … ve bütün Dünya'nın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear (Sümer) diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine 'gelin, kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. Yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım' dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım. Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi.[4] »
Efsaneye göre Tanrı, kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Kulenin yıkılışı Tevrat'ta anlatılmaz, ancak Jubilees veya Leptogenesis olarak bilinen Yahudi belgelerinde anlatılır.
Dinî bir bakış açısıyla bu hikâye, sıklıkla insanın kusurluluğunu Tanrı'nın kusursuzluğu ile kıyaslamak ve Dünya'daki yüzlerce dilin kökenini açıklamak amacıyla kullanılır....
İslami kaynaklarda
İsmi verilmemekle beraber Kur'an'da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun, Haman'a kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler.[5]
Kur'an'da Babil şehrinden Bakara Suresi, 102. ayette bahsedilir. Harut ve Marut isimli iki melek, insanları imtihan etmek için Allah tarafından Babil'e gönderilirler. Burada insanlara sihir öğretirler. Melekler, sihrin küfür olduğunu söyledikleri hâlde insanlar öğrenmekte ısrar edip karı-kocayı ayırmaya yarayan sihirler öğrenirler.[6]
Babil'den Yakut el-Hamavi'nin yazmalarında ve Lisan el-Arab'da bahsedilir. Hikâyeye göre bütün insanlar rüzgârın önüne katılarak bir yerde toplanırlar. Buraya sonradan Babil denir. Babil'de insanlara Allah tarafından değişik lisanlar tahsis edilir ve yeniden rüzgârla geldikleri yerlere dağıtılırlar.
9. yüzyılda İslam tarihçilerinden el-Tâberî'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Hikâyeye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Süleyman peygamber bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. 13. yüzyılda İslam tarihçilerinden Ebu el-Fida da aynı hikâyeden bahseder ve İbrahim'in atası Hud'un kendi dilini (İbranice) muhafaza etmesine izin verildiğini ekler. Zira Hud, kulenin inşasına katılmamıştır....
Babil'in Asma Bahçeleri
Babil'in Asma Bahçeleri, Dünyanın Yedi Harikası'ndan biridir. MÖ 7. yüzyılda Babil kralı Nebukadnezar tarafından yaptırılmıştır. Babil'in çorak Mezopotamya çölünün ortasında; ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Coğrafyacı Strabon'un 1. yüzyıldaki tanımına göre:
"Bahçeler birbiri üzerinde yükselen kübik direklerden oluşuyordu. Bunların içleri çukurdu ve büyük bitkilerin ve ağaçların yetişebilmesi için toprakla doldurulmuştu. Kubbeler, sütunlar ve taraçalar pişmiş tuğla ve asfalttan yapılmıştı. Yüksekteki bahçeleri sulamak için Fırat Nehri'nden zincir pompalarla su yukarılara çıkarılıyordu. Bu şekilde üst seviyelere taşınan su, bahçeleri sulayarak teraslardan aşağıya doğru akıyordu"
Söylenceye göre, Nebukadnezar bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Semiramis için yaptırmıştır. Semiramis, Medes kralının kızıdır. Mezopotamya'nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis'in asma bahçeleri olarak da anılır....

26 Şubat 2020 Çarşamba

Bereketli Hilal ya da Münbit Hilâl

Fotoğraf açıklaması yok.


Bereketli Hilal ya da Münbit Hilâl
Orta Doğu'da, Batı ve Ortadoğu uygarlıklarının doğduğu bölge. Terimi ilk kez Amerikalı doğubilimci ve arkeolog James Henry Breasted kullanmıştır.
Bereketli Hilal, kışları yağmurlu, yazları kurak geçen Akdeniz ikliminin egemen olduğu, hilal biçiminde, oldukça bitek bir alandan oluşur. Güneyde Arabistan Çölü ile kuzeyde Doğu Anadolu Bölgesi dağlık bölgesi arasında yer alır. Eski Babil toprakları ile hemen yakınındaki Elam'dan (bugün İran'ın güneybatısı) Dicle ve Fırat ırmakları ile Asur topraklarına kadar uzanır. Zağros Dağlarından, batıda Suriye üzerinden Akdeniz'e, güney yönünde de Filistin'in güneyine kadar olan toprakları içine alır. Mısır'ın Nil Vadisini de bu bölge içine sokanlar vardır; çünkü buradaki Sina çölü, Mezopotamya ve Suriye'de sürekliliği bozan öteki çöllerden daha büyük değildir. Bölgede iyi ürün alabilmek, hatta tarım yapabilmek için sulama zorunludur.
Daha geniş kapsamıyla Bereketli Hilal, Eski Ahit'in Tekvin bölümünde ağırlıklı yeri olan bölgeyle örtüşür; Eski Yunan ve Roma uygarlıklarına kaynaklık eden Babil, Asur, Fenike gibi ülkeleri de içine alır. Bilinen en eski kültürün Bereketli Hilal'de doğduğu yolundaki bu eski inanç, 1948'den bu yana radyokarbon araştırmalarıyla da doğrulanmıştır. Bugün, en geç MÖ. 9 bin dolaylarında bölgenin yerleşik tarıma ve köy yaşamına geçtiği, hemen ardından da sulu (cıvık) tarımın başladığı bilinmektedir.
Bütün dünyadaki tarımın temelinde bulunan, sekiz temel bitkiden altısı bu bölgede evcilleştirilmiştir. Bunlar; çiftsıralı buğday, teksıralı buğday, arpa, mercimek, bezelye, nohut, acı burçak, keten bitkisidir.[1]
Kaynakça
^ ATAR, Dr. Bekir. "Gıdamız Buğdayın, Geçmişten Geleceğe Yolculuğu". Yalvaç Akademi Dergisi. 29 Temmuz 2019 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 29 Temmuz 2019.

25 Şubat 2020 Salı

ÖNASYA'DA YAPILAN İLK ARKEOLOJİK KAZILAR


Fotoğraf açıklaması yok.

ÖNASYA'DA YAPILAN İLK ARKEOLOJİK KAZILAR
Ninive Kazısı
Bölgedeki ilk kazı Ninive ve yakınındaki Khorsabad kazılarıdır. Fransız Paul-Emile Botta (1802-1870) tarafından 1842'de başlatılan kazılara, daha sonra İngiliz Henry Layard (1817-1894) devam etmiştir.
Ninive kazıları sırasında aynı zamanda Akad Kralı II.Sargon'un Khorsabad'daki sarayı da kazılmıştır. H. Layard'ın ardından kazıları 1852 yılından itibaren Hormuzd Rassam sürdürmüştür. Yerleşmede Assur ve Akkad dönemlerine ve IV. Binyıla ait bulgular ortaya çıkarılmıştır.
Nimrud Kazısı
Bugünkü Musul şehrinin 30 km kadar güneyinde Dicle Irmağı kıyısında yer alan Nimrud'da, H. Layard tarafından 1845-1852 yılları arasında kazılar gerçekleştirilmiştir. Assur krallığı ve Akkad Dönemlerine ait buluntular ele geçmiştir.
Assur Kazısı
Musul'un 100 km kadar güneyinde bulunan ve Assur Krallığı'nın başkenti olan yerleşmedeki arkeolojik kazılar, İngiliz Austen Layard tarafından, 1847 yılında başlanmış daha sonra Alman Walter Andrae tarafından devam ettirilmiştir. Assur kentinde en son 2001 yılında Alman bir ekip tarafından kazılar gerçekleştirilmiştir.
Tello Kazısı
Mezopotamya'nın güneyinde Dicle ile Fırat'ın birleştiği noktada yer alan Tello'da (Lagaş) kazılar Fransız Ernest de Sansec tarafından 1877-1881 yıllarında gerçekleştirilmiştir. Özellikle Sümer dönemi'ne ait bulgular ortaya çıkarılmıştır.
Nippur Kazısı
Güney Mezopotamya'da Fırat ve Dicle Irmaklarını arasında bulunan yerleşmenin kazıları, Pennsylvania Üniversitesi adına John P. Peters tarafından 1888-1900 yılları arasında gerçekleştirilmiştir. III. Ur Sülalesi, Sümer ve Babil dönemlerinde yerleşim görmüştür.
Mezopotamya'nın, özellikle Irak bölgesinin dışında da kazılar yapılmıştır. Filistin bölgesinde 1891-1893 yılları arasında Kudüs'te İngiliz Frederic Bliss tarafından kazılar gerçekleştirilmiştir.
Babil Kazısı
Fırat'ın doğu kıyısında bulundan Babil şehri 16.Yüzyıl'dan itibaren bilinmektedir. İlk defa C. S. Rich 1811-1817 yılları arasında, daha sonra A. H. Layard 1850'de kazılar yapmışlardır. Ardından 1851-1854 yılları arasında Oppert başkanlığı'ndaki Fransız ekip tarafından çalışmalar devam ettirilmiştir. Ancak Babil'deki ilk sistemli kazılar Alman Robert Koldewey tarafından 1898-1912 yılları arasında gerçekleştirilmiştir. Şehrin ilk kuruluşu Babil Krallığı öncesine dayanmakla birlikte yazılı kaynaklarda MÖ.VI. yüzyıldan itibaren rastlanır.
12 m yüksekliğindeki İştar Kapısı'nın dışında şehrinin 7 kapısı daha olduğu bilinmektedir.
Tell Halaf Kazıları
Habur nehri'nin kıyısnda yer alan Tell Halaf'ta Alman Max Freiherr von Oppenheim tarafından 1907-1913 yılları arasında kazılar gerçekleştirilmiştir. Kalkolitik döneme tarihlenen ve Kuzey Suriye ve Mezopotamya'da yayılmış olan kültüre ait ilk bulgular burada ele geçirildiğinden, kültürün adı da Halaf Kültürü olarak bilinmektedir.
Önasya'da gerçekleştirilen diğer kazılar

Kudüs Kazıları: İngiliz Frederic Bliss, 1891-1893 yılları arasında kazılar yapılmıştır.
Tell Cezir: İngiliz Macalister tarafından 1899-1909 yılları arasında kazı çalışmaları gerçekleştirilmiştir.
Baalbek Kazıları: Alman arkeologlar Puchstein ve Schulz tarafından 1900-1905 yılları arasında kazılar gerçekleştirilmiştir.
Tell Tanek: Avusturyalı E.Sellin tarafından 1901-1904 yıllarında kazı çalışmalar yapılmıştır.
Fara Kazısı: 1902 yılında Berlin Müzesi müdürlerinden Delitzch tarafından hem Fara hem de Ebulhatab da kazı gerçekleştirilmiştir
Mşatta: 1902 yılında Alman arkeoloji heyeti tarafından Tell Mütesellim ve Hirbet Ül Lecnan: Alman Schumacher tarafından 1903-1904 yıllarında gerçekleştirilmiştir.
Bismaya Kazısı: Chicago Üniversitesi adına E.J Banks 1904 yılında kazılara başlamış ardından R.F Harper 1905 yılında kazılara devam etmiştir.
Samarra Kazısı: Alman Sarre tarafından 1911 ile 1913 yılları arasında gerçekleştirilmiştir
Ahimer Kazıları: Fransız Genoouillac tarafından 1911-1912 yıllarında kazılar yapılmıştır.
Balata Kazıları: E.Sellin tarafından 1912-1913 yıllarında kazı çalışmaları yapılmıştır.
Söz konusu tüm bu çalışmalar aslında eskiyi anlamak ya da aydınlatmaya çalışmaktan çok, eser toplamaya yönelikti. Böylece özellikle Mezopotamya'dan çok sayıda eser ele geçirilerek önce Avrupalı koleksiyonculara, daha sonra ise bugün çok sayıda eser barındıran büyük müzelere taşındı. Ancak bu ilk kazılar her ne kadar büyük tahribatlara yol açmışsa da, arkeolojik kazı sistemlerinin geliştirilmesine ve bugün çok sayıda bilim dalı ile birlikte yürütülen kazı ve kazı sonrası çalışmalarının ortaya çıkarılmasının da yolunu açmıştır.


24 Şubat 2020 Pazartesi

Konyalı çiftçi Anadolu’nun kayıp krallığını keşfetti


konya-keşif.jpg


Konyalı çiftçi Anadolu’nun kayıp krallığını keşfetti

Konya’da MÖ. 1400 ila 600 yılına ait kayıp krallık keşfedildi. Chicago Üniversitesi’nin internet sitesinde yer alan bilgiye göre keşif, bir çiftçinin bölgedeki bir sulama kanalında garip yazıların bulunduğu büyük bir taş gördüğünü söylemesiyle başladı.


Anadolu tarihinin kayıp parçalarından biri daha gün yüzüne çıktı. Konya’da MÖ. 1400 ila 600 yılına ait kayıp krallığa ait kalıntılar keşfedildi. 
  
İngiliz Independent gazetesinde yer alan habere göre, kalıntıları bulunan krallığın Kral Midas önderliğindeki Frigya’yı savaşta yenmiş olabileceği düşünülüyor. 
  
Kazı çalışmalarında yer alan Chicago Üniversitesi’nin resmi internet sitesinde yer alan bilgiye göre söz konu keşif, bölgedeki bir çiftçinin bir sulama kanalında garip yazıların bulunduğu büyük bir taş gördüğünü söylemesiyle başladı.  
  
Bu olay sonrasında taşı mercek altına alan bilim insanları taşın üzerinde yazan metni deşifre etmeyi başardı. 
  
Söz konusu metinde Frigya’nın yenildiği müjdeleniyor. Daha detaylı inceleme sonrası ise taşta bahsi geçen kralın isminin Hartapu, krallığın başkentinin de Türkmenkarahöyük olduğu anlaşıldı. 
  
Doğu Enstitüsü’nde Yard. Doç. James Osborne 'a göre yaklaşık 120 hektarlık alanı kaplayan bu bölge, Tunç ve Demir Çağı’ndaki Anadolu’nun en büyük antik kentlerinden biri olabilir

Dört bin yıl öncesinden iki mektup;


Görüntünün olası içeriği: yiyecek

Fotoğraf açıklaması yok.
Dört bin yıl öncesinden iki mektup;
Mezopotamya’da kalan bir gelin, Kültepe/Kaniş’te bulunan kocasına kervanla gönderdiği mektupta kaynanasını şikayet edip;
– “Annenden çok çekiyorum. Bana büyük kötülük yapıyor. Artık bunu taşıyacak halim kalmadı. Bir an önce dön ve beni bu kadından kurtar” diyor.
Kocasının Kaniş’ten geri dönmemesi üzerine dertli gelin, eşine gönderdiği ikinci mektubunda ise;
– “‘Çocukların da büyüdü, onlara da söz dinletemiyorum. Annen ve çocukların beni öldürmeden çabuk gel’”
diye yazıyor. Adam, aldığı mektuplara rağmen Mezopotamya’ya geri dönmüyor ve Kaniş’te ölüyor.’
Tabletler; tüccara ait mezarda bulunmuştur.
Karum; Asur dilinde liman ve rıhtım anlamına gelen, asıl anlamıyla "kentin yanında kurulan ticaret merkezi"dir. Asur ticaret kolonileri zamanında Anadolu'da Karumlar kurulmuştu. (MÖ. 19.-17.yy). Asurluların, Anadolu’da oluşturduğu ticaret kolonilerinden, bugün yalnızca 3 tanesinin yeri biliniyor: Hattuşa (Çorum-Boğazköy); Alişar (Yozgat-Sorgun) ve Kaneş/Neşa (Kayseri-Kültepe). Zaman içinde karum kelimesi, ‘yoğun ticaret faaliyetlerinin yapıldığı bölge’, ‘pazar-yeri’ anlamına gelmeye başladı.
Bu kolonilerin merkezi Kültepe de yapılan kazılarda 20 bin çivi yazılı tablet bulunmuştur. Burada bulunan tabletler içinde en büyük grubu, iş mektupları, borç senetleri, çeşitli ticari kayıtlar ve mahkeme tutanakları oluşturur.
Kayseri Kültepe bulunan tabletler, Anadolu’nun bilinen ilk yazılı arşividir. Binlerce tablet 2015 yılında Unesco Dünya Belleği listesine alındı.
Tüm dünyadan, 348 doküman ve doküman koleksiyonunu içeren Dünya Belleği listesinde yer alan Türkiye’nin varlıkları:
-Kültepe Tabletleri (2015)
-Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi (2013)
-İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, İbn-i Sina Yazmaları Koleksiyonu (2003)
-Boğazköy Hitit Tabletleri (2001)
-Boğaziçi Üniversitesi Gözlem ve Deprem Araştırma Enstitüsü Kandilli Rasathanesi El Yazmaları (2001)
Kaynak: - Esma Öz; Kültepe Metinleri Işığında Eski
Anadolu’da Tarım ve Hayvancılık
- Mogens Trolle Larsen; Kültepe Tabletleri 6-A
- Nimet Özgüç-Önhan Tunca;Kültepe-Kanis

SÜMER'DE TANRILAR



Fotoğraf açıklaması yok.

SÜMER'DE TANRILAR
Tanrılar insan biçiminde kişileştirildiğinde, An (gök) eril, Ki (yer) dişildi. Onların birleşmelerinden hava-tanrısı Enlil doğdu.
Gök-tanrısı An’ın Enlil’in babası olduğu en azından bir metinde ifade edilmiştir, ancak Ki’nin annesi olduğunu söyleyen bir metin şimdiye dek bulunamamıştır. Bununla birlikte Enlil, yerden göğü ayıran, yani Ki’den An’ı olarak tanımlandığından, onların cinsel birleşmeleri yoluyla bunu gerçekleştirdiğini düşünmek
mantıklı görünüyor.
Hava-tanrısı Enlil yerden göğü ayırdı ve babası An göğü alırken, Enlil annesi Ki, yeri aldı, Enlil ile annesi Ki’nin birleşmesi tarihsel devirlerde Ninmah, “yüce kraliçe”;Ninhursag, “(kozmik)
dağın kraliçesi”; Nintu, “doğurgan kraliçe" gibi çeşitli adlar verilen kraliçeyle özdeşleştirilmiş olabilir evrenin düzenini, insanın yaratılışı
ve uygarlığın kuruluşunu başlattı.
Yukarıdaki ifade oldukça şaşırtıcı ve kuraldışıdır. Göğü ele geçirenin gök-tanrısı An olması gibi,aynı şekilde yeri ele geçirenin de hava-tanrısı Enlil değil, yertanrıçası Ki olması beklenebilir. Bu nedenle, panteonun gelişiminın ilk devirlerinde Sümer din adamlarının yeryüzü gibi çok önemli bir kozmik oluşumdan sorumlu tanrı olarak eril bir ilaha sahip olmanın daha yeğlenebilir olduğuna karar verdiklerini
düşünmek akla yakın görünmektedir ve bunlar Nippur kökenliler arasında Enlil’e yerin efendiliğini yakıştırmakta başarılı olmuşlardır. (Nippur, Enlil’in ana tapınağı olan Ekur’un bulunduğu yerdi, ayrıca tarihsel devirlerde bütün ülkenin önde gelen kutsal yeriydi.) Bundan dolayı yeryüzündeki egemenliğinden yoksun bırakılan Ki, insanın yaratılışında
başlıca rolü oynama, ülkenin “ebe”si olma ve hastalıkları sağaltan birkaç tanrıyı doğurma gibi bir ana ilaha daha uygun güçlerle donatıldı. Şimdi bütün olarak yeryüzünden sorumlu
değildi, bu durumda Ki adı da Ninhursag, Nintu, Ninmah’ya, şu ya da bu türden bütün adlara çevrildi ve panteonda An ve Enlil’den sonra gelerek, üçüncü sıraya indirildi.
Samuel N. Kramer - Sümer Mitolojisi
( Anadolu geleneğinin tersi olarak Sümer, ataerkildi. )



















HARRAN VE SOĞMATAR’DA SİN KÜLTÜNÜN VARLIĞI

Fotoğraf açıklaması yok.


HARRAN VE SOĞMATAR’DA SİN KÜLTÜNÜN VARLIĞI
Süheyla İrem MUTLU -Yusuf ALBAYRAK
Sümer Uygarlığından itibaren önemli bir konumda bulunan tanrılardan biri olan ve farklı dönemlerde farklı isimler alan Ay tanrısı Sin, Mezopotamya panteonunda ayrı bir öneme sahiptir. Özellikle Babil ve Asur dininde önemli bir rol oynamakla birlikte, ilk olarak Ur kentinin baş tanrısı olarak bilinirken, sonraki
dönemlerde Harran’ın en önemli tanrısı haline gelmiştir. Sin kültünün varlığının arkeolojik kanıtlarının Harran merkez başta olmak üzere Soğmatar, Aşağı Yarımca ve Sultantepe gibi birçok yerde bulunması, onun tüm Harran Ovası boyunca önemli
bir konumda olduğunu ve onun kutsandığını göstermektedir. Nitekim gerçekleştirilen arkeolojik çalışmalar vasıtasıyla ortaya çıkarılan Sin Kültü’ne ait steller ve yazıtlardan da anlaşılacağı üzere, Harran’da E.hul.hul adı verilen ve Ay Tanrısı Sin’e adanmış olan bir tapınağın varlığı bu durumu kanıtlar nitelikte
gözükmektedir. Ayrıca Soğmatar, Aşağı Yarımca ve Sultantepe’de de ortaya çıkarılan stellerde ve yazıtlarda Tanrı Sin’in adının bulunması, Sin Kültünün bölgede merkezlerden biri olarak tercih edildiğine, yüzyıllarca bölgede etkin bir
şekilde varlık gösterdiğine ve tarihte önemli bir konumda olduğuna işaret etmektedir.
Mezopotamya uygarlıklarında Ay tanrısının ismi kültürden kültüre değişiklik gösterse de en çok "Sin" ve "Nanna" şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Sümerler ay tanrılarına Nanna, Nannar veya Suen isimleriyle seslenirlerdi. Bazen birbirinden
farklı iki ismi birleştirerek kullandıkları da görülmüştür. Sonraki dönemlerde ise Sami kökenli Akkadlar, ay tanrısına Sin adını vermişlerdir. Bu isimlerin yanı sıra Asimbabbar, Namraşit ve Inbu’da Nanna-Sin’i nitelendirmek için kullanılan kelimeler arasındaydı (Black-Green 2003, 29). Sümerler Nanna-Sin için ay ışığının parlaklığı, boğa ve Enlil’in genç boğası gibi betimlemeler kullanmışlar, boğa ve aslan-ejderha şeklinde tasvir etmişlerdir. Ayrıca bu tanrının sembolü bir hilalden oluşmaktadır. An ve Enlil, onu Ur Şehrine kral ilan etmişti. Fakat sonraki dönemlerde Harran kenti de Nanna-Sin için önemli bir merkez haline gelmiştir.
Harran’da Nanna-Sin, Utu ve İnanna’nın bulunduğu üçlü bir tanrı sistemi oluşturulmuştur (Altuncu 2014, 130-131). Ur kentinin koruyucu tanrısı olarak kabul edilmiş olan Nanna-Sin, Sümer
Panteon’unda Enlil’in oğlu olarak geçmektedir. Sümer metinlerinde Nanna-Sin’in yer altı dünyasında, ölüleri yargıladığı anlatılmıştır (Narçın 2007, 300-301). Zamanı belirleyen tanrı olduğu ifade edilir. Nanna-Sin’e atfedilen en önemli özelliklerden
birisi, yeryüzünde yaşayan kralların yapmış olduğu yanlış işler karşısında büyük bir intikamla hareket etmesi ve onları cezalandırmada önemli bir güç olmasıdır (Altuncu 2014, 130-131). Ay’ın hilal biçimi ile adı “Sin” olsa da, dolunay ile “Nanna”, giderek büyüyen hali ile de “Asimbabbar” şeklini almıştır. Ay tanrısı Sin, bütün Samî kabilelerinin en önemli tanrısı olarak bilinmektedir. Sin’in sembolü olan hilal, Mezopotamya’nın erken dönem sanatında güneşi simgelemekteyken; geç dönemde
ise hilal, bir sütunun üzerinde gösterilmiştir. Ayrıca Ay tanrısının mühürlerde hilal içinde gösterildiği örnekler de bulunmaktadır (Ward 1910, 395). Hilal şeklindeyken eril, dolunayken dişil özelliklerine bürünürken Hilal şeklinde olduğunda boğa ile
özdeşleştirilmiştir (Tamara 1992, 25). Sin dolunayken ya da dişilken, "Ningal" adı ile ayın eril yanının karısı pozisyonundadır (Tamara 1992, 27). Sin, dişilken bereketin ve doğurganlığın sembolüdür. Dünya üzerinde var oluşu devam ettiren
Ay’ın bu yönünün olduğu düşünülmektedir. Ay’ın bu özelliğine insan kurban edildiği bilinmektedir. Öte yandan kutsal su ve balık kültü de Ay’ın bu yönü ile ilişkilidir (Demirci 2005, 119).
En erken dönemlerden itibaren, Nanna / Su'en Ur kentinin koruyucu tanrısı olarak bilinmektedir ve Ur'daki ana kutsal alanın adı “é-kiš-nu-gál”, adı da ay tanrısı Babil ve Nippur'daki kutsal alanlar için kullanılmaktaydı (George 1993, 114). Akad döneminden Eski Babil döneminin ortalarına kadar, egemen kralın kızı Ur'daki ay tanrısı rahibi olarak atanmıştır. Bunların en ünlüsü, birkaç Sümer edebi eserinin yazarı olan Enheduanna'dır (Civil 1980, 227). Ay'ın tanrısı için diğer Mezopotamya kült yerleri arasında Ur'un yakınında yer alan Ga'eš ve Urumda, Ay
Tanrısı'nın Dilimbabbar olarak onurlandırıldığı Babil’in doğusunda bulunan modern Tell Uqair olarak bilinmektedir. Mezopotamya'nın alüvyon ovalarının ötesinde
Nanna / Su'en'in bir diğer kült merkezi, Eski Babil Dönemi’nden itibaren tapınak ismi é-húl-húl "Mutluluk Evi" olarak geçen, Urfa'nın güneydoğusundaki Harran'da yer almaktadır (Krebernik 1993-98b, 368; Buren 1945, 62,64). Harran'da, Nabonid'in annesi olan Adda-guppi'yi andıran ve ay tanrısı saygısını kutlayan bir stel üzerinde uzun bir yazıt bulunmuştur. Harran'dan bir başka steldeki yazıtta Nabonid'in Suen'in iradesine uygun olarak nitelendirilen taht üyeliği ve é-húl-húl tapınağını yeniden inşa ettiği anlatılmaktadır (Gadd 1958, 35-92). Asur ve Babil dönemlerinden İslâmî Döneme kadar 7 gezegenle ilişkili
tanrılar (Sin, Şamaş, İştar ya da Atargatis, Mara, Samyaya da Ares, Girgis, Bel ve Nabu ya da Nabig) ve bunların ailelerinden oluşan tanrılar grubu (Sin’in eşi Ningal, ateş tanrısı Nusku ve Nusku’nun eşi Sadarnunna gibi) Harran panteonuna hâkim
olmuştur. Tanrılar panteonunun zirvesinde sürekli olarak ay tanrısı Sin bulunmaktadır. Asur ve Babilliler döneminden itibaren Harran’daki krallıklar arasında yapılan antlaşma ve sözleşmelerde ay tanrısı Sin’in adı yer almaktadır.
Hatta bazı antlaşmaların Harran’daki meşhur Sin Tapınağı’nda yapıldığı yazmaktadır. Babiller döneminde “ilu sa ilani” (tanrıların tanrısı), “sar ilani” (tanrıların kralı) ve “bel ilani” (tanrıların efendisi-rabbi) olarak adlandırılan Ay tanrısı Sin, paganistlerin en büyük tanrısı olma özelliğini asırlar boyu devam
ettirmiştir.
Sin kültü, Harran için şehrin adının Ay Tanrısı Sin Şehri olarak anılmasının yanı sıra bölgede son derece güçlü politik merkez konumunda olmasını sağlayacak derecede önemlidir. Sin’in Harran’daki siyasal ve dinsel önemi, o dönemde koruyucu tanrı, kehanet veren, her şeyi bilen ve antlaşmaların da koruyucusu olarak da bilinmesinde yatmaktadır. Bu tanrının Kuzey Mezopotamya’daki kült merkezi olarak bilinen Harran, Sin kültünün yüzyıllarca süren etkinliğiyle tarihte önemli bir
yer almıştır (Özfırat 2005, 70). Harran yöresinde bulunan yazıtlarda Kuzey Mezopotamya’da yerel kralların
tahta atanma törenlerinin Sin Tapınağı’nda yapıldığı vurgulanmaktadır (Şinasi 1998, 139). Kraliyet ailesine mensup olanların isimlerinin önünde ya da sonunda bir ek olarak Sin unvanını kullandıkları ve bunun yalnızca kraliyet aileleriyle de sınırlı olmadığı bölgede yaşayan insanların da Sin’in farklı bileşenlerinden oluşan isimleri olduğu görülmektedir. Bilinen tarihinden beri Harran’a hâkim olan yıldız ve gezegen kültü içerisinde Sin’in başında yer aldığı tanrılar panteonunun diğer üyeleri de aslında Sin gibi Mezopotamya’daki diğer şehirlerin de tanrısı olarak bilinmektedir.

23 Şubat 2020 Pazar

Sümerlerin asıl sonunu hazırlayan sebep dış devletlerden değil kendi içerisinde barındırdığı Sargon adlı bir kişiden gelmiştir.


Fotoğraf açıklaması yok.



Sümerlerin asıl sonunu hazırlayan sebep dış devletlerden değil kendi içerisinde barındırdığı Sargon adlı bir kişiden gelmiştir. Annesi bir rahibe olan Sargon, gayrimeşru bir ilişki sonrası dünyaya gelmiştir. Yaşamına son verilmemesi için rahibe annesi tarafından gizli yollardan bir aileye evlatlık verilmiştir. Sargon, evlat edinildiği itibarlı bir aile vasıtasıyla iyi bir konuma gelerek Kiş Kralı Urzababa’nın sarayında görevlendirilmiştir. Sargon giderek daha yüksek mevkilere ulaşmış ve Kral Urzababa’nın giriştiği bir savaştan yenik olarak sarayına döndüğünde darbe yaparak Kiş Krallığını ele geçirmiştir. Sadece bir tane Sümer Şehir Devletinin Krallığını ele geçirmesiyle, krallığa bağlı olan bütün Şehir Devletlerini kendisine itaate zorlamıştır. Sargon, giriştiği bütün mücadelelerle Sümerlerin toplumsal bütünlüğünü tamamen ortadan kaldırmıştır (M.Ö. 2334 – 2279).
Sargon’un Sümerlere yaşatmış olduğu bu durum Sümer topraklarını ele geçirmek isteyen Elamlılar ve Akadların lehine olmuştur. Sümerlere önce Elamlar saldırmaya başlamıştır. Yaklaşık yüzyıl sonra da Kral Sargon yönetimindki Akadlar Sümerlere saldırmaya başlamışlardır. Sargon Hanedanı bir asır boyunca iktidarda kalmış, şehir devletlerini birleştirmiş ve Sümerleri tarih sahnesinden silerek Akadlar dönemini başlatmıştır. Sümerlerden sonra gelen hem Akad hem de Babil uygarlıkları bu büyük medeniyetin izlerini taşımışlardır.

Dünyanın İlk İmparatoru Sargon Kimdi?






Dünyanın ilk imparatorluğunun kurucusu Sargon, düzen ve adalet getirmişti. C: DEA, Picture Library
Dünyanın İlk İmparatoru Sargon Kimdi?

Efsaneye göre kaderinde hükmetmek olan Akad Kralı Sargon, 4.000’i aşkın yıl önce Mezopotamya’da dünyanın ilk imparatorluğunu kurmuştu.
İsmi “gerçek kral” anlamına gelen Sargon, MÖ 2330’da, Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bereketli toprak Mezopotamya’da dünyanın ilk imparatorluğunu kurmak için isminin de anlaşılan bu meşruiyetten faydalanmıştı. O ve varisleri dünyaya askeri dayanıklılıktan çok daha fazlasını kapsayan bir güç anlayışını miras bıraktı.
Yalnızca savaşları kazanarak veya düşmanlarına korku salarak değil, aynı zamanda düzen getirerek, adalet dağıtarak ve halkın korkuyla karışık bir saygı duyduğu tanrıların yeryüzündeki temsilciliğini yaparak da kendilerine itaat edilmesini sağlamışlardı.
Efsaneye göre Akad Kralı Sargon rahibe bir anneden, gizlice dünyaya gelmişti. Annesi onu nehrin akıntısına bırakmış daha sonra sıradan bir işçi tarafından bulunarak yetiştirilmişti. Sargon, gençliğinde, arzu, bereket, fırtına ve savaş tanrıçası olan ve kendisini seven İştar tarafından ziyaret edilmişti. Ondan ilham alan Sargon karanlıktan yükselmiş ve tüm dünyayı kasıp kavurmuştu. Hikayeden, Sargon’un Mezopotamya’ya hükmedecek kadar güçleneceği, ancak yine de naçiz bir kökene sahip olduğu açıkça anlaşılabiliyor.
 Akadlar, medeniyetleri Akad’ın hemen güneyinde bin yıldır büyüyüp gelişen Sümerlere uzun süre destekçi olmuştu. Güçlü bir rakip ve nihayetinde yöneticileri olarak karşılarına çıkmadan önce Sümerler’den çok şey öğrenmişlerdi. Köklü bir toplumun kıyılarındaki hırs dolu halkın zamanla gücü ele geçirdiği böylesi bir süreç, Yunanistan’ı fetheden Romalılar ve Çin’i istila eden Moğollar gibi büyük imparatorlukların kurucuları tarafından tarih boyunca tekrarlanacaktı.
Sargon hâkimiyeti ele geçirmeden önce, önde gelen Sümer şehirleri Ur ve Uruk, kuzeylerinde yer alan Kish’le mücadele etmekteydi. Sargon, yükselişine en nihayetinde tahtından edeceği Kiş kralı Ur-Zababa’ya  sakilik ederek başlamış, daha sonra birliklerini güneye, tüm Sümer’e hükmeden büyük rakibi Lugalzagesi’ye çevirmişti. Sümer şehir devletleri arasındaki düşmanlık Lugalzagesi’ye  kendisini yakalayıp boyunduruğa vuran Sargon’a karşı savaşında köstek olmuştu. İleri tarihli bir kutlama yazıtında Sargon’un  “silahlarını denizinde yıkadığı” Basra Körfezi’ne doğru ilerleyişinde, 34 savaşta zafer kazandığından bahsedilir.
Haritada turuncu renkle gösterilen yer Akad İmparatorluğu, çizgili kısımlar ise Akad’a bağlı olması muhtemel alanları gösteriyor. C: The Map Archive
Bir imparatorluğun kuruluşu
Sargon, Akadlı valileri Sümer şehirlerini yönetmeye göndermiş, şehirleri çevreleyen savunma duvarlarını yıkmıştı. Sümer dinine dokunmamış, ancak Akadcayı tüm Mezopotamya’nın resmi dili yapmıştı. Fiziksel ve dilsel bariyerleri aşağı çekip tebaasını birleştirerek hem Mezopotamya içerisinde hem de ötesinde ticareti desteklemişti. Hindistan’la gelişen ticaret yün ve zeytinyağı gibi ürünlere karşılık inci, fildişi ve diğer değerli malların Mezopotamya’ya ulaşmasını sağlıyordu. Bakır ve gümüş gibi değerli metaller tüccarlar arasında para birimi olarak kullanılıyordu. Para basma henüz geliştirilmemişti, bunun yerine metal, değerinin belirlenmesi için terazide tartılıyordu.
Sargon tüccarlardan aldığı vergiyi askerlerine ödüyor, elde ettiği başarıları heykellerde ve yazıtlarda yücelterek gözler önüne seren kraliyet sanatçılarını ve kâtipleri destekliyordu.
Kral Sargon yarım asrı aşkın bir süre boyunca hüküm sürmüş ve torunu Naram-Sin’in iktidarı boyunca sağlamlığını koruyacak bir hanedanlık kurmuştu. Sonraki imparatorların ortaya koyduğu emsale öykündüğü Sargon’un mirası ise saltanatından çok daha uzun ömürlüydü.

National Geographic. Kristin Baird Rattini. 18 Haziran 2019.

Haluk Sağlamtimur: Anadolu'da en eski insan kurbanı kalıntılarını bulduk


Haluk Sağlamtimur: Anadolu'da en eski insan kurbanı kalıntılarını bulduk


Haluk Sağlamtimur: Anadolu'da en eski insan kurbanı kalıntılarını bulduk

Anadolu ve Mezopotamya'daki insan kurban edildiğini gösteren en erken arkeolojik kanıtları açıklayan arkeolog Haluk Sağlamtimur, Siirt Başur Höyük'teki yaklaşık 5 bin yıl önce çocukların kurban edildiğini belirtti.
Siirt-Başur Höyükteki kurtarma kazılarında 5 bin yıl önce çocukların kurban edildiğini gösteren kanıtlar bulunduğu bildirildi.
Siirt-Başur Höyük Arkeoloji Kazı Başkanı ve Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Dr. Öğr. Üyesi Haluk Sağlamtimur, yaptığı açıklamada, Ilısu Barajı ve HES Projesi kapsamında 2007 yılından itibaren arkeolojik kurtarma kazılarının devam ettiği Siirt-Başur Höyük kazısından elde edilen verilerin, Anadolu ve Mezopotamya tarihini aydınlatmaya devam ettiğini söyledi.
M.Ö. 3000 yıl öncesiyle tarihlenen çocuk kurban etme izleri
Buradaki kazılarla ilgili İngiliz antropolog Dr. Brenna Hasset ile yaptıkları çalışmayla ilgili hazırladıkları makalenin İngiltere'de yayımlandığını vurgulayan Sağlamtimur, M.Ö. 3000 yıl öncesiyle tarihlenen buluntu mezarların, o dönem gücü elinde bulunduran yönetici mezarları olabileceğini gösterdiğini aktardı.
Sağlamtimur, mezarlardaki iskeletler üzerinde yapılan araştırmalarda, o dönemde çocukların kurban edildiğini gösteren kanıtları bulduklarını belirterek, şunları kaydetti:
"Başur Höyük'te ortaya çıkartılan bir mezarın içerisinde ve dışında bulunan 11 iskelet üzerinde yapılan incelemeler sonucu özellikle mezarın dışında yaklaşık 11-12 yaşlarında olan 2 çocuk iskeletinde doğal olarak ölmediklerini gösteren kanıtlara rastlandı. Bizler, bu çocukların veya gençlerin yaşları dolayısıyla herhangi bir çatışmada öldürüldüğünü düşünmüyoruz. Yaklaşık 5 bin yıl önce çocukların kurban edildiğini gösteren kanıtlar bulduk."
Anadolu ve Mezopotamya'daki insan kurban edildiğini gösteren kanıtların en erken örnekleri
Ölü bedenlerin dikkatli bir şekilde yerleştirilmesi nedeniyle bu gömülerin Mezopotamya'daki Ur kral mezarlarında görülen insanın kurban edildiğine dair verilere benzediğini işaret eden Sağlamtimur, "Bu veriler Anadolu ve Mezopotamya'daki insan kurban edildiğini gösteren kanıtların en erken örneklerinden birinin, bu bölgede olduğunu göstermektedir." dedi.
- İnsan kurban edilmesi bir araç olarak kullanılmış
Birçok erken toplumun çeşitli manevi, politik, askeri ya da ekonomik hedeflere ulaşmak için insan fedakarlığını veya insan kurban edilmesini bir araç olarak kullandığını belirten Sağlamtimur, "Siirt-Başur Höyük'te tanık olduğumuz şeyin, erken toplumlarda gördüğümüz gücün, biçimsel bir hiyerarşi içinde birleştirildiği, erken devlet oluşumunun bir parçası, belki de giderek artan hiyerarşik, katmanlı bir toplumun iktidar göstergesi olarak da tanımlayabiliriz. Mezarlar içerisine bırakılarak büyük serveti ve hatta insanları imha etme gücü, devlete benzer bir toplum inşa etmek için göstermeniz gereken başka bir güç göstergesi olabilir." ifadelerini kullandı.
Fecri Barlık - AA

Eski Türkler ve 'Türk' sözü ‘Türkler’ ismi ilk defa, ilginçtir ki,m.ö. II ve I-binyıllıklara ait akadlı, asurlu ve urartulıların çivi yazılarında bulunmuştur. Bu kaynaklar onları eski Azerbaycan ve güney-doğu Anadoluda yaşayanlar olarak dile alıyor.


Fotoğraf açıklaması yok.

Eski Türkler ve 'Türk' sözü
‘Türkler’ ismi ilk defa, ilginçtir ki,m.ö. II ve I-binyıllıklara ait akadlı, asurlu ve urartulıların çivi yazılarında bulunmuştur. Bu kaynaklar onları eski Azerbaycan ve güney-doğu Anadoluda yaşayanlar olarak dile alıyor.
M.Ö. II-yıllıklarındaki Akad ve asurlıların yazılarında ‘türk’ etnonimi ‘turkku’ olarak adlandırılmıştı. Bu kaynaklardan bildiğimiz kadarıyla, onlar Aratta’nın esas nufüsünü teşkil etmişlerdi, ki bu devlet eski Azerbaycan sınırları arasında olmuştur ve eski Sümerliler tarafından da bilinmiştir. Sümerliler onlarla yakından kulturel, siyasi, diplomatik ve ticari ilişkilerde bulumunuşlardı. O çivi yazılarından şu da anlaşılıyor ki, turukkular yani Türkler, Asurlarla yakın memleketler için savaşlar içinde bulunmuşlardır.
Aynı etnonim m.ö. I-binyıllıkların çivi yazılarında da ‘turuhi’ olarak geçiyor. Araştırmacı Z.Yampolski tarafından XX yy. başında ‘turukku’, ‘turuhi’ ve ‘türk’ sözlerinin arasındaki bağlantı öne sürülmüştü.
Bu teori sonradan Azeri araştırmacılar Y.Yusifov, G.Geybullayev, F.Djalilov (F:Agasioglu), T.Gadjiyev, S.Aliyarov, M.H.Tantekin, Y.Mahmudov, A.Tagirzade, H.Hudiyev, G.Kyazimov taraflarından da onaylanmıştır. Hotan metinlerinde türk etnonimi ‘ttrruhu’, Tibet yazılarında ise ‘drug’ ve ‘druga’ olarak okunuyor.
Bahtiyar Tuncay
( çeviri Nodira Güçsav )