11 Ekim 2019 Cuma

DÜRZİLİKTE ALLAH İNANCI, YARATILIŞ VE REENKARNASYON

Dürzilikte Allah İnancı, Yaratılış ve Reenkarnasyon

DÜRZİLİKTE ALLAH İNANCI, YARATILIŞ VE REENKARNASYON


Fatımiler’in altıncı halifesi Hakim-Biemrillah’ın yönetimi ele alışından bir süre sonra, İsmailiyye’nin mezhep hiyerarşisi üzerinde ilahi bir şahsiyet olma yolundaki gayretlerini önemli bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen bazı İsmaililer, onun düşünce ve tasavvurlarını destekleyerek teşkilatlanmaya başladılar. 1 Muharrem 408 (30 Mayıs 1017) tarihinde ilahlığını açıklayan Hakim yeni bir devrin başladığını, kurulan yeni dinin imamlığına da İran asıllı Hamza b. Ali’yi getirdiğini ilan etti. Esasen hareketin kurucusu olan Hamza b. Ali, yardımcılarını da (hudud) belirleyerek yeni dönemde İslami manada ibadete ihtiyaç kalmadığını, insanların gerçek ilahi bilgileri kendilerinden öğrenmeleri gerektiğini ileri sürdü. Hamza’nın, bütün dini gerçekleri en geniş anlamıyla kapsayan müstakil bir sistem olduğunu savunduğu bu hareket nadiren Hakimiyye diye anılırsa da en yaygın olan adı Dürziyye’dir. Fırka, önceleri Hamza’nın yakını ve daisi iken daha sonra mürted sayılan Anuş Tegin (Neştekin) ed-Derezi’nin yoğun propagandalarından dolayı bu adı almıştır.
Batıni karakterli olan, bünyesinden çıktığı İsmaili çevrenin inançlarını reddeden ve kendilerini tevhid ehli diye adlandıran Dürziler, asırlar boyu hemen herkes için bir muamma olma özelliğini korumuştur. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa, Suriye seferi esnasında (1831-1838) Vaditteym’de (bugünkü Şuf) Dürziler’i mağlup edince Mısır askerleri mabedlerine girerek çok sayıda kitaplarına el koydular. Hepsi de Arapça olan bu yazma eserler, daha sonra dünyanın çeşitli kütüphanelerine intikal etmiş ve diğer dillere çevrilmiş olduğu için fırka hakkında bilgi edinmek nisbeten kolaylaşmıştır. Özellikle Cebelidürz’de 1935 Dürzi ihtilalinden sonra mezheple ilgili eserler açıkça basılıp yayımlanmaya başlamıştır. Bütün bunlara rağmen batıni karakteri ve gizliliği prensip edinmesinden dolayı Dürziliğin gerçek yüzünü tesbit etmek günümüzde de birtakım güçlükler arzetmektedir.

Dürziliğin Esasları.
Dürzilik konusunda eser yazan müellifler, mezhebin iman ve amelle ilgili esaslarını genel olarak dört ana bölüme ayırırlar.
a) Hakim-Biemrillah’ın ilah olduğuna inanmak.
b) Eşyanın ilk illeti, yaratılışın aslı olan “emr”i yani Hamza b. Ali’yi bilmek.
c) Hamza’nın yardımcıları olan hudud veya vezirleri tanımak.
d) Yedi esası (hisal veya vesaya) bilmek ve gereğini yerine getirmek.

Hakim-Biemrillah, Uluhiyyet ve Yaratılış
Dürziler’in ilah olduğuna inandıkları Hakim-Biemrillah, Fatımi halifelerinden Aziz-Billah’ın oğlu olup 375 (985) yılında doğdu, sekiz yaşında veliaht tayin edildi, on bir yaşında iken devlet adamlarından Ebü’l-Fütuh Bercevan, Hasan b. Ammar ve Muhammed b. Nu‘man b. Hayyun’dan kurulu üç kişilik bir heyetin vesayetinde halife oldu. On beş yaşına gelip vesayetten çıktıktan sonra ilk iki vasisinden ağır bir şekilde intikam alan Hakim sert tabiatlı, merhametsiz, insanları katletmekten zevk duyan bir kimse olarak tanınır. Giydiği yünlü elbiseyi yedi yıl süreyle sırtından çıkarmayan ve eşek üzerinde Kahire sokaklarında dolaşmayı adet edinen Hakim hisbe görevini bizzat kendisi yürütürdü. İlahlığını ilan etmeden önce geceleri sık sık Mukattam dağına çıkar, yanında bulunan hizmetçilerinin edep yerlerini açtırıp dokunur ve daha başka anormal davranışlarda bulunurdu (Abdurrahman Bedevi, II, 755). Hakim’in çelişkilerle dolu hayatındaki önemli teşebbüslerinden biri Darülhikme adını verdiği bir akademi kurmasıdır. Faaliyetlerini daha çok felsefe ve mezhep konularında yoğunlaştıran bu kuruluş İsmailiyye’nin mihveri sayılmış, bu münasebetle Kahire’de toplanan çok sayıda dai, Hakim’in gönlünde bulunan uluhiyyet iddiasını sistemli çalışmalarla tahrik etmiştir. Hakim’in davranışlarındaki tutarsızlıklar, mensupları tarafından uluhiyyetinin belirtileri olarak yorumlanmıştır. Çünkü onlara göre bu fiillerin bir zahiri, bir de batını vardır. Normal insanların bildiği sadece zahirdir, batın ise ancak fırka mensuplarınca bilinebilir. Hamza b. Ali de Hakim’in şiddet hareketlerini, tutarsızlık ve taşkınlıklarını büyük bir ustalıkla te’vil ederek onun ilahlığının delilleri olarak göstermeye çalışmıştır.

Hakim-Biemrillah, Mukattam dağına çıkma adetini ilahlığını ilan ettikten sonra da devam ettirmiş, fakat 411 yılı Şevval ayının 27. gecesi (12-13 Şubat 1021) dağa gittikten sonra bir daha geri dönmemiş, sadece üzerinde hançer izleri görülen düğmeleri kapalı elbiseleri bulunabilmiştir (geniş bilgi için bk. HaKİMBİEMRİLLaH). Tarihçilerin çoğu onu, çılgın hareketlerinden rahatsızlık duyan kız kardeşi Sittülmülk’ün öldürttüğünü kaydeder. Hakim’in kayboluşu, aşırı Şii fırkalarında görülen ve tatmin olmamış psikolojik arzuların tepkilerini simgeleyen gaybet* ve rec‘at* telakkilerine uygun olarak Dürziler tarafından onun ölmediği, semaya yükselip gaybete girdiği, zamanı gelince geri dönüp insanlara gerçekleri anlatacağı şeklinde yorumlanmıştır.

İhvan-ı Safa vasıtasıyla Yeni Eflatuncu düşüncelerden etkilenen Dürziler’e göre bütün varlığın kaynağı Allah’tır. Her şeyin var oluş sebebi ve asıl illet O’dur. Allah birdir, ezelidir ve büyük bir cevherdir. Hikmet, kudret ve adalet gibi sıfatları olmaksızın hakim, aziz ve adildir. O’nun hakkında “nerede, nasıl, ne zaman” gibi sorular söz konusu değildir. O idrak ve anlayışın ötesinde olup düşünceyi aşar, herhangi bir isim veya sıfatın şümulüne girmez, kelimelerle açıklanamaz. Benzersiz, ortaksız, kadim ve ebedidir; zaman ve mekanla sınırlanmış değildir. Bütün eşyayı kendi nurundan yaratmıştır ve hepsi O’na dönecektir. Bu kadar yüceliklere sahip bulunan Allah, insan idrakinin ifade vasıtası olan kelimeler aracılığıyla beşeriyete hitap etmesi mümkün olmadığından, muhtelif zuhur ve tecellilerle insanlara yaklaşmıştır. Bu tecellilerin ilki “el-aliyyü’l-a‘la” şeklinde vuku bulmuştur. Bu zuhuru bazı perdelenme dönemleriyle birlikte yetmiş devre takip etmiştir. Binlerce yıl devam eden bu devreler toplam olarak 343 milyon yıla ulaşır. Bu devreler sonunda Allah “el-ber” şeklinde tecelli etmiş, ardından kısa aralıklarla Fatımi halifelerinden sırasıyla Kāim-Biemrillah, Mansur, Muiz-Lidinillah ve Aziz-Billah’ta zuhur etmiştir. Allah’ın en son ve en mükemmel tecellisi altıncı halife Hakim-Biemrillah’ta görülmüştür. Bu bakımdan Hakim’in birbirinden kesinlikle ayrılmayan ilahi ve beşeri yönleri vardır.

Allah’ın herhangi bir cisme girdiğini (hulul*) kabul eden Dürziler, O’nun bir örtü (hicab) ve beşeri (nasuti) suret edindiğini, yazıdaki mana gibi insanlara karşı perdelendiğini ileri sürerler. Hamza b. Ali Keşfü’l-hakāik, adlı risalesinde bunu yahudi, hıristiyan ve müslümanların, Allah’ın Hz. Musa’ya bir ağaçtan seslendiği şeklindeki inançlarıyla karşılaştırarak, milyonlarca insanı yöneten Hakim’in taş ve ağaçtan daha üstün olduğuna göre Allah’ın onun bedenine hulul edip onunla perdelenmesinin daha makul bulunduğunu, dolayısıyla Allah’ın diliyle konuşarak O’nun kudretini izhar etmeye en layık varlığın Hakim-Biemrillah olduğunu savunmuştur. Şu halde Hamza’ya göre Mevlana Hakim’in sözlerini duyan biri, “Allah şöyle buyurdu” diyebilir; ancak Musa’nın ağaçtan duyduğu söz için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Zira düşünen ve anlayan varlık, hicab olmaya düşünmeyen ve anlamayan varlıktan daha çok layıktır (M. Ahmed el-Hatib, s. 221). Ona göre ibadet her zaman ve mekanda görülen, kelamı işitilen ve kendisiyle konuşulan bir varlığa yapıldığından bu nasuti zuhur ve tecelli gereklidir ve lahutun nasut suretindeki tecellisine yapılan ibadet gerçek bir ibadettir; diğer din mensupları ise mevcut olmayana ibadet etmektedirler.
Dürzilik’te asıl olan zuhur ve tecellidir, buna rağmen bazı kutsal risalelerde bu asli anlayışa aykırı olarak Allah’ın muhtelif görünümlerde zuhur etmeyeceği, sadece Hakim’e hulul ettiği ve onun tek mabud olduğu kaydedilmekte ve, “Mevlamız tek mabud... Hakim’e tevekkül ettim” ibarelerine rastlanmaktadır (Abdurrahman Bedevi, II, 675-680). Bu arada Hakim’in, Aziz’in oğlu yahut Zahir-Biemrillah’ın babası olduğunu söylemenin caiz olmadığı, onun için baba ve oğul ilişkisinin düşünülemeyeceği belirtilmektedir. Hamza b. Ali Risaletü’l-belag ve’n-nihaye’sinde, Hakim’i bu tür özelliklerle tavsif etmemek gerektiğini belirtirken onun her zaman ve mekanda ve dilediği surette görünebileceğini ve insanların salahı için zuhur edebileceğini açıklar. Ona göre bu sadece isim ve sıfat farklılığı olup asıl cevherde değişme yoktur. Bundan dolayı, “Mevlana Hakim kudret ve azametini oğlu Zahir’e intikal ettirdi” denilmemeli, böyle bir sözden dolayı da Hakim’den af dilenmelidir.

Dürzilik’te yaratılış, tıpkı Allah inancında olduğu gibi Yeni Eflatuncu görüşlere dayanır. Buna göre bütün varlığın kaynağı Allah’tır. Allah, fiziki alemle doğrudan temas etmesi düşünülemeyecek kadar yüce ve münezzehtir. Bu sebeple kendisinden çıkan (sudur*) külli akıl yaratıcı ile yaratılmışlar arasında vasıta durumundadır. Çokluk ve karmaşıklık Allah’tan değil bu külli akıldan gelir. Bir olan varlıktan çıkan külli akıl nefse, buradan da maddeye uzanmaktadır. Dürzi sisteminde yaratıcı ebedi olup varlığında hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun dilemesi esnasında emri vasıtasıyla nurundan kaynaklanan külli akıl, muhalifi olmaması ve kendi nurundan hayrete düşüp gururlanması sonucu, külli aklın iradesi dışında zulmet asıllı olan İblis ortaya çıktı. Kendi hatasının ürünü olarak İblis’in ortaya çıktığını anlayan külli akıl Allah’a yalvarıp af dileyince yine onun için bir ortak niteliği taşıyan külli nefis yaratıldı. Külli aklın nuru külli nefse hakim olurken İblis’in zulmetinden cüzi bir kısım da nefse intikal etti. İyi ve kötü arasında seçim yapabilme konusunda hür ve serbest olan bu üç unsurdan, önce akıl ve nefis birlikte İblis’i itaat hususunda ikna etmeye çalıştılar, fakat İblis bunları reddederek aşağıların aşağısına (esfel-i safilin) düştü. İlahi hikmet her şeyin karanlık ve aydınlık, iyilik ve kötülük gibi çift kutuplu olmasını dileyince nefsin nuru ve İblis’in zulmeti arasında, nefse karşı ve İblis’e yardımcı olan iyiyi ve kötüyü seçmekte serbest bir unsur ortaya çıktı. Akıl ve nefsin, yaratıcının bilgisine ulaştırma çabalarına rağmen bu unsur hidayeti kabul ettikten sonra İblis’e tabi oldu ve onunla birlikte esfel-i safiline düştü.

Bütün hayat külli nefisten ortaya çıkmıştır. Külli nefsin nurundan iyiyi ve kötüyü seçmekte serbest olan kelime, ondan sabık veya el-cenahu’l-eymen, ondan da tali veya el-cenahu’l-eyser zuhur etti. Külli nefiste potansiyel olarak mevcut bütün akıllı ruhlar bedensiz olarak diğer ruhi güçler arasından geçmişler, iyiyi veya kötüyü serbestçe tercih edebilecek bir nitelik taşıyarak tali yahut el-cenahu’l-eyserden ortaya çıkmışlardır. Bu ruhlar cesetleri olmadığı müddetçe yaratıcıyı bilmezler. Semalar, arz, soğukluk-sıcaklık, kuruluk-yaşlık, dört unsur (hava, su, ateş, toprak) ve beşinci unsur olan madde taliden zuhur etmiştir. En dışta bulunan sema yıldızsızdır, onu takip eden semalarda Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür ve diğer sabit yıldızlar bulunur. Bütün bunların merkezi madenler, bitkiler ve canlıları ihtiva eden arzdır.

Ruhlar bedenlerde bulunan kalplere girerler. İnsanın yaratılması ile ceset ve ruh, iyiyi ve kötüyü ayırma kabiliyetine ve ilahi kaynaklı bilgiye ulaşır. İnsan yaratılışın gayesidir; zira Allah’a kulluk etmek ve O’nun birliğini tanımak için var edilmiştir. İnsanların ruhları bir defada ve sınırlı olarak yaratılmıştır. Bu sebeple sayıları artmaz, eksilmez. İnsan ölünce ruhu derhal başka bir cesette yeniden doğar ve cesedi bir zarf veya libas gibi kullanır. Dürziler, bu tenasüh inancı için “gömlek değiştirme” anlamına gelen tekammus terimini benimserler. Kutsal risalelerde tekammusun insan ruhları için daimi bir ameliye olduğu belirtilir. Bu anlayışa bağlı olarak her türlü bela ve musibet ancak insanların gömleği durumundaki cesedi etkiler. Dürzi akidesini kabul edenler ve geçmişte hakikate yönelenler daima doğarlar. Tekammus ruhun değişimi olmayıp yükselmek için çeşitli hallere intikalidir. Gerçekleri kabul etmeyenler gelecek hayatta bir sonuç elde edemezler. Tekammus nebi ve mürseller için de geçerlidir. Zira Hakim devrindeki Hamza b. Ali, Hz. Muhammed devrinde Selman-ı Farisi idi. Yaşadığı devrede kör, topal, fakir ve cahil olan kimselerin bu durumları önceki hayatta işlenen günahlar sebebiyledir. Tekammusta kadınlık ve erkeklik aynen devam eder. Ruhun başka cesede intikali sırasında sahip olduğu bilgileri beraberinde götürmesi Dürziler’ce mümkün görülmektedir. Dürziler tekammusun Kur’an-ı Kerim’de yer aldığını da iddia eder ve, “... Ölüler iken sizi diriltti, sonra sizi öldürecek, sonra yine sizi diriltecek ve sonunda O’na döneceksiniz” (el-Bakara 2/28); “Derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz” (en-Nisa 4/56); “O ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra canlandırır” (er-Rum 21/19) mealindeki ayetleri bu hususta delil gösterirler. Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta, insan ruhlarının öldükten sonra yine insan cesetlerine intikalidir. Bu durum kutsal metinlerde açıkça ortaya konmuştur.

Tenasüh ( reenkarnasyon ) kavramı ruhun hayvan ve bitkilere de geçtiği inancını içerdiği için Dürziler bunun yerine tekammus terimini kullanmayı tercih etmişlerdir. Avam tabakası arasında görülen ve günahkarlara ait ruhların hayvan cesetlerine geçeceği şeklinde biçimlenen telakkileri ciddiye alan bazı müellifler bu konuda yanılmışlardır. Hamza b. Ali, iyi ile kötüyü birbirinden ayıran şuur sahibi insanın aksine pişmanlık hissinden yoksun bulunan hayvanı cezalandırmanın anlamsız olduğunu belirterek ruhların ölümden sonra hayvan cesetlerine intikalini kesinlikle reddetmiştir. Tenasüh yahut tekammus alemin sonuna kadar devam edecektir. Ruhlar gerçeğe yakınlıkları nisbetinde varlığın en yüksek derecesine ulaşacakları gibi aksine hareket edip dinin emirlerini ihmal ettiklerinde de dereceleri düşecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder